...and Nietzsche asks: "IS LANGUAGE THE ADEQUATE EXPRESSION OF ALL REALITIES?"

.

11 Ekim 2018 Perşembe

Alice doesn't live here anymore


Eğer yaşanacak bir hayatın olmayacaksa onu istemenin manası da var mı ? ... şu ve ya bu sebepler yüzünden hayatı yaşayamadığını, o hayatın elinden alındığını, kayıp gittiğini hissediyorsun, peki madalyonun öbür tarafından bakalım... eğer yaşanacak bir hayat zaten yoksa... ?

İnsanlar hep yol ayrımında zor olanı seçtiklerini düşünür, kimse kolay yolu seçtiğine inanmaz. Bana sorarasanız kolay yol zaten yoktur, iki tane zor yol vardır, sonuçta hangisi size daha zor olanı yaptığınıza inandırıp kendinizi iyi hissetmenize neden olacaksa zaten o yol sizi seçmiş demektir.

Benim önümdeki yollar da hep ikiye ayrıldı, çoğu zaman hiç düşünmeden seçtim, bazen çok düşündüm seçemedim geri döndüm, bazen o yol ayrımında çok bekledim... bazen hiçbir zaman hiç bir şeyin yaşanmadığını, var olmadığını benim milyonlarca yıldır o yol ayrımında beklediğimi düşünürüm. Kendimin, ve herkesin...

Bugüne kadar yaşadıklarımın bir anlamı olduğunu hiç düşünmedim, şu yaşıma kadar yaşadığım herhangi bir şeyin... Bir gün o anlamı bulursam yine tüm bu anlamsızlığın devam etmesini isteyeceğim elbet, çünkü o anlamsızlığın beni ben yapan şey olduğuna sadece inanmıyorum, artık biliyorum. Ama o anlamı bulacak olursam, onunla da yapacaklarımız var elbet...o bildiğim anlamıyla anlam olmaktan çıkıp, anlam ve anlamsızlığın iç içe geçtiği bir tür hakikat arayışına evrilecek, zira hakikatin kendisi olabilmesi için önce onu arayabilmeye muktedir ve hazır bir özne olmak gerek...

Eskiden özgürleşmenin hayatta her istediğini yapabilmek ya da buna cesaret edebilmek olduğunu zannederdim...özgürleşmek aslında hiç çabalamadan her istediğinin olması haliymiş... ya da belki de hiç bir şeye sahip olmak istemiyor olma haliymiş özgürlük... ve bir şeyleri ona ihtiyacın olduğu için değil tam da ihtiyacın olmadığı için istiyor olma haliymiş.

velhasıl, Alice artık burada yaşamıyor, onun yolculuğu burada sonlanıyor gibi duruyor, yalnızca elindeki o tahta bavul ardında bıraktıklarıyla biraz daha hafifledi...elbette bu ne bir son ne bir başlangıç, başka bir katmanda, başka bir olma hali, sadece daha hafif adımlarla...

...






6 Eylül 2018 Perşembe

Huzur Artık Burada Oturmuyor

Saate baktım, ama yine kaç olduğunu bilmiyorum... sadece baktım, kafamdan geçenlerin hızına yetişemediğim için saati öğrenme isteğimi de tutup yakalayamadım, düşüncelerimin hiçbirini tutup yakalamıyorum, haliyle hala saatin kaç olduğunu bilmiyorum.

Odamın içine baktım, dünya benim için bazen o kadar genişliyor ki, sınırları dışına çıkıp taşıyor bile hatta... hiç gidemeyeceğimi bildiğim için uzay boşluğunu pek düşünmüyorum ama. Bazen de her şey öyle küçülüyor, daralıyor ki  ben odamın hatta bazen yatağımın bazen de sadece kendi bedenimin içine sıkışıp kalıyorum....bilmediğim o hangi yanımla karşılaşırım diye korkuyorum acaba ?

Saate yine baktım, sonuçta kaç olduğunu merak ediyorum. Bu benim her şeyi kontrol etme isteğimin tezahürlerinden biri işte.. yine unuttum, saatin kaç olduğunu... Kafamın içinde kaybolmuş durumdayım. Sonsuz arzular şelalesi ve sıradanlığın güvenli sınırları arasında, muhtemelen her iki tarafında da değilim. Elimi birinde uzattığımda dönüp arkama bakmak istemiyorum. Çünkü mitolojiden de çok iyi bildiğimiz üzere arkana dönüp baktığın anda her ikisini de kaybedersin.

Zamana bırakırısn hep de, başka çare olmadığından mı ?.. zaman var mı hakatten ? saat kaç oldu acaba ?

30 Aralık 2015 Çarşamba

Trenli Bir Hikaye 12 (Summer in Winter) (THE END)

Kim Var Orada dedi?

En sevdiği yerdeydi, denizin altında ve pembe kumların yakınında... ve bir karaltı.
Aslında belki de bazen hep oradadır, hep yakında ama görmek için anlamak gerekir, görmek için doğru zamanda bakmak gerekir...kimsenin suçu ya da eksikliği değildir bu, olması gereken neyse kendi zamanında olur...


o pembe yazın kış'ın geleceğini kim bilebilirdi!
Sıcağın aslında soğuktan doğacağını ya da... ironiyi hep sevdim.

Teşekkürler.

THE END

2 Mayıs 2014 Cuma

1 Mayıs bu yıl...

Ben hayatımda hiç “uyanık” biri olamadım, öyle “açıkgözlü” olamadığım yetmiyormuş gibi bir de en yakınlarım tarafımdan hakkımı aramıyorum diye baskı gördüm... hiç  “aman hakkımı yedirmeyeyim” diye düşünmedim,  zaten  benim hakkım ve onun hakkı arasındaki çizginin nerede olduğunu da bilmiyorum.

Hakların “benim” değil BİZİM olduğu,  hakların bireysel çıkarlarla karıştırılmadığı, hakların savunulmasının kişisel egolorın tatmini için kullanılmadığı bir dünya için 1 mayıs kutlu olsun.

17 Ekim 2013 Perşembe

Nazende Sevdiğim Yadıma Düştün

...nasılsa neşeli sıcakların ardından melankolik yağmurlar başlayacak diye miydi, sıcaklar da kuru ve bunaltıcı ama yağışlar eğlenceli olamaz mıydı bazen...neşe dedin, hüzün eyledin...hüzün dedin, neşe eyledin...ben anlamadım ki, sonra anlamam gerekmediğini anladım...sen nazende ben mutlu, ben nazende sen uzak...ama hepsi ben, bende...bırak, bırak, bırak, bırak ve bırak dedim ben de.

8 Temmuz 2013 Pazartesi

21 Mart 2013 Perşembe

siz hiç yeni hayalkırıklıklarına ihtiyaç duydunuz mu?

...şimdi herşeyi geride bırakma zamanı, tüm kızgınlıklarımı (kızıdıklarımı değil), tüm pişmanlıklarımı, olmamışlıkları, olanları da, sevdiğim şeylere çağrışım yapacak yeni anılar lazım bana, sevdiğim müzikler, diller, şehirler...ve belki onlardan yeni hayal kırıklıkları yaratacağım, ama galiba artık yeni hayalkırıklıklarına ihtiyacım var benim.

11 Şubat 2013 Pazartesi

insanlar beni çok darlıyorlar.

27 Ocak 2013 Pazar


Öyle zamanlar vardır ki, çok istediğin bir şey gerçek olur ve bu bile seni iyileştirmeye yetmez...öyle zamanlar geldi.

2013: 'Ben sana söylemiştim!'

...ben sana söylemiştimci'ler vardır...sanki o söylediği şey olsun da ben sana söylemiştimi yapıştırayım diye beklerler...niye ama bi onu anlamam...sanki bu dünyada senin için tek bir doğru varmış onu da bi onlar görmüş gibi...o an sana söylerlerse bunu herşey ama herşey düzelecekmiş gibi...sanki doğru dediğin şey, olan, olacak olan herkese ve herşeye göre her an değişebilir, görece bir şey değilmiş gibi...önemli olan olaylar değil, birinin sana 'geçer bunlar' ya da 'hepimiz salakça davranıyoruz zaten' demesi değilmiş gibi...haaa, tabi bir de 'ben arkadaş olarak görevimi yapmalıyım'cılar vardır...yapsınlar, çünkü tek önemli olan o an onların vicdanının rahatlaması zaten, yarın öngördükleri şey olduğunda vicdan azabından ölürler maazallah...

...oldu işte olan şimdi, hadi bekliyorum ben sana demiştimciler, nerdesiniz? ...saldırın...bak sizi dinleseydim bütün bunlar başıma da gelmezdi di mi?

24 Haziran 2012 Pazar

The City

New places you shall never find, you'll not find other seas. The city still shall follow you. You'll wander still in the same streets, you'll roam in the same neighborhoods, in these same houses you'll turn gray. You'll always arrive at this same city. Don't hope for somewhere else; no ship for you exists, no road exists. Just as you've ruined your life here, in this small corner of earth, you've wrecked it now the whole world through.
Kavafis

16 Haziran 2012 Cumartesi

Trenli bir hikaye 11 (l'estate-1)

...yürüdü, yürüdü....sonra denizin tam içinde buldu kendini bir an! yüzüyordu...su tam istediği sıcaklıktaydı, ne çok sıcak ne çok soğuk...karşıdaki lavanta dolu mor dağlara bakarak yüzmeye başladı...denizin dibine daldı biraz, burada denizin altında saatlerce nefes almadan kalabiliyordu ya...her şey ne kadar berrak ve güzeldi, bugün de öyle...şimdi...mavi denizin dibinde pembe kumlar vardı...bir karaltı fark etti sonra, kendi gibi denizin dibinde yüzen biri daha vardı, kimdi o, kim var orada dedi?

...yaz gelmişti...

29 Mayıs 2012 Salı

Trenli Bir Hikaye 10 (PRIMAVERA)

...yukarıya bakıyordu en son...hatırlayabildiği en son şey buydu ve bu arada olanlar hayal miydi gerçek mi ayırt edemedi...

'Bahar'ın son günleriydi...iki gün sonra 'teknik olarak' yaz' geliyordu ama arada 'bahar'a ne olmuştu, işte onu hatırlayamıyordu...Toskana'da ve yazın bir trende başlayan bu hikaye'nin sonbahar ve kış'ı çok ilginç geçmişti...ama ya bahar? ...en son yüzüne düşen karların dönüştüğü kuşlara veda etmemiş miydi? bunun dışında bir şey hatırlamakta zorlanıyordu...kış gitmişti artık, gerçi garip bir bahar yaşanıyordu, bol yağmurlu!...biraz daha uğraştı ama nafile!..geçen baharda neler olmuştu?...'neyse' diye düşündü, belki de gerçekten hatırlamaya değmeyecekti, ya da hiç bir şey olmamış, öylece orada bekleyip, düşünmüştü sadece...

...ne kadar uğraşırsa uğraşsın, hatırlayamadı...sadece o kar taneleri artık havada uçuşan minik beyaz ağaç çiçeklerine dönüşmüşlerdi...öyle beyazdı ki her yer, bu aydınlıkta ve bunca çiçeğin ve güzelliğin arasında göz gözü görmemecesine bir kaos vardı sanki...

...düşündü bir parça, sonra yere düşen o küçük, muhteşem, beyaz çiçeklere baktı...bazılarının aslına çiçek değil, 'bir takım insan' parçaları olduğunu fark etti...peki orada ne işleri vardı, bunca güzelliğin içinde...eskiden olsa kendini suçlardı, onların buraya gelmesine engel olabileceğini düşünürdü ama o eskidendi işte!...yere düşen en güzel beyaz çiçekleri topladı, bir kısmı da kendisine ait olan o 'bir takım insan' parçalarına baktı bir süre...baktı...artık onlar için yapabileceği hiç bir şey yoktu...paramparça olmuşlardı artık ve onları bir araya getirebilmenin ne imkanı ne de manası vardı...elinde özenle seçtiği minik, beyaz çiçeklerle, ayağa kalktı önce, sonra etrafına baktı...Yaz'ı gördü, az ilerde...o tarafa doğru, ama bu sefer hızlı adımlarla yürümeye başladı!

...tek sorun, Yaz'ın kapının bu tarafında mı yoksa diğer tarafında mı olduğuna emin olamamasıydı, güneş ışığı gözlerini öyle kamaştırmıştı ki...ama 'fark etmez' diye düşündü, sadece bir kaç adım sonra görecekti bunu da...

24 Şubat 2012 Cuma

Trenli bir bok

...korkuyorum dedi, bazen bilgisayarın pad'inden, bazen yağmurdan korkuyorum, ya da insanlar bağırırken seslerini duyamamaktan...en çok onu kafamın içinde gönderdiğim yerde bulamamaktan korkuyorum...cansız resimlere bakmaktan korkuyorum, eski bize bakıp tanıyamamaktan...her seferinde bana aynı etkiyi yapmandan korkuyorum, ben uzağa doğru giderken aynı yere gelmekten korkuyorum...bozuk içki içmekten ve küflenmiş börek yemekten korkuyorum...yalancıktan insanlardan korkuyorum, ben de yalancık olmaktan...artık kimseyi umursamayacak olmaktan korkuyorum, yok ondan korkmuyorum, ondan korkmadığım için korkuyorum ama...

....şöyle düşündü sonra, birisi benim hayallerimi çalıp duruyordu, sadece onları çalmakla kalmayıp onları hayata geçiriyordu, başka başka insanlarla...hayır tabii ki herkesin isteği olsun ama lütfen benim hayallerimle değil...

Yoksa o hırsız ben miydim?


13 Şubat 2012 Pazartesi

I am not a soulless robot; I am just a human being with feelings and emotions. Thanks for your considerations!

6 Şubat 2012 Pazartesi

Trenli Bir Hikaye 9 (The Winter)

....'kış geldi, şimdi...belki de geçiyor hala üstümüzden ama farkında değiliz, soğuktan uyuşmuş olmalıyız' diye düşündü, yüzüne tek tek kar taneleri düşerken, bazıları saçında ve yüzünde kalmıştı...öyle soğuk, öyle soğuktu ki eriyemiyorlardı bile...'şimdi' dedi, kapının diğer tarafında olup ama hala hatırlayabildikleri, kapının bu tarafına geçemeyenler, bu manyakların hepsi kendilerine bir bank bulmalı bu eksi bilmem kaç derece havada o banka oturup, tek başlarına, beyinleri donana kadar beklemeliler! ben de dünya da onlardan böylece kurtulmuş oluruz belki...

..arkasını dönüp baktı, az önce orada olan hiçbir şey artık orada değildi...az önce oradalardı halbuki...nasıl oluyordu ki, kuşlar gibi... uçup gitmişler bir anda!!! ya da belki hepsi bir ilüzyondu, belki kuşlar bile yoktu ki...oturdu ağladı saatlerce, nasıl olsa tekrar görebileceğini düşündüğü kimseyi tekrar göremeyeceğini biliyordu artık...nereye gideceğini hala bilemiyordu ama nereye gitmeyeceği belliydi ya, ne kapıdan geri çıkacaktı, ne de az önce geldiği yöne gidecekti...son kez yukarı doğru baktı, havada uçuşan kar tanelerinin her birinin birer kuş olup uzaklara ama çok uzaklara uçtularını izledi...her birine tek tek veda etti.

27 Ocak 2012 Cuma

'Sevda derdi dedikleri
Bir zanzalak ağacı kadardır
Zanzalak ağaçlarının altında
Siz yoksunuz gölgeniz vardır'

Saffet Nezihi

11 Aralık 2011 Pazar

The Fall itself !

....eğer hiçbir zaman çarpacağın bir yer yoksa düşüyor olmak yine de düşüyor olmak mıdır?...and is there anybody out there?...

6 Aralık 2011 Salı

Trenli Bir Hikaye 8 (The Fall Part)


Illustration: Anne-Julie Aubry

Evet, günler gelip geçiyordu...bazen zaman o kadar hızlı akıyordu ki, ona yetişemiyordu; bazen de zaman öyle yavaş, öyle yavaşlıyordu ki kendi varlığı dahi ağır geliyordu... buna yaşamak değil, olsa olsa zaman geçirmek denirdi ya! Uzaklardan Dalida'nın yorumuyla "bang bang"in çaldığından emindi; buraya geldiğinden beri ilk kez müzik duyuyordu. Nereden geldiğini anlamak için durdu bir müddet, kulak kabarttı, bir zamanlar yazdığı bir şey aklına geldi, tam şu anda yaşadığı şeyi anlatıyordu! kendinden alıntıladı:

"Şarkılar vardı, anlamlar yüklüydü onlara, sonraları o şarkıları başka anlarda dileyidim, başka anlamlar yüklendi...şimdi yeniden dinleyince ne hissedeceğimi bilemiyorum"

Nereye gidecekti, tam olarak nereye....? müziğin geldiği yöne mi, ağaçlıklı patikaya mı, yoksa kapıya doğru mu, içinden diğer yöne geçmek için...ama nereye...?

http://grooveshark.com/#/search?q=dalida+les+amours+imaginaires

Ağaçlıklı patikanın sonunda ne olduğu aşağı yukarı belliydi; geri dönmek arada aklını kurcalasa da kapı'dan diğer yöne geçmeyi hiç mi hiç düşünmüyordu artık..evet müzik onu çağırıyordu. O yöne doğru biraz yürüyünce, müziğin turuncu çitlleri olan, kocaman bahçeli ama küçücük bir evden geldiğini anladı. Bahçenin içinde tavukları gördü önce, sonra rengarenk çiçekler, en çok da lavanta vardı, beyaz ve mor ağırlıklı...içeri girdi, az ileride arkası dönük olan genç adam ona doğru dödü ve..., tanımıştı onu...bir kaç gün önce evine gelen Toprak değil miydi? "Hey Toprak, nasılsın" dedi. Karşısındaki genç adam muzip bir şekilde gülümseyerek, "hayır, ben Toprak değilim" diye cevap verdi, "Çınar'ım ben, Toprağın ikiz kardeşi"...

...bu sırada içeriden Toprak geldi, "hadi" dedi, "gel, sana herşeyi anlatacağım şimdi, ama bunu herkese yapmam, o yüzden kulağını, gözünü iyice aç ve beni dinle, fazla vaktim de yok, çok ama çok yoğun ve önemli bir insanım ben"

"Burada sen ne istersen o olur, istemediğin hiçbir şey olmaz. Etrafında gördüğün bu evler, dağlar, okyanus, ağaçlar, hayvanlar, bitkiler, hepsi sen istediğin için ve senin istediğin şekilde buradalar, hatta ben bile...şu an nerede olduğunu ve tüm bunların neden kaynaklandığını anlayamıyorsun, biliyorum ama dediğim gibi, herşey senin elinde, istersen dönüp kapı'dan çıkıp gidebilirsin de... ama görüyorum ki gitmemişsin ve hatta burayı keşfetmeye devam ediyorsun, beni bile buldun! kimim ben, sana birini hatırlatıyor muyum?"

...Bir anda patika yolda buldu kendini, yalnızdı...neden? Toprak neredeydi? neyse diye düşündü, madem yoldayım, yürüyeceğim, geri dönmek olmaz...arkasına bile bakmadı...hem burada garip olaylara da alışmıştı artık... ama Toprak kimdi? çok tanıdık biri gibiydi ama onu hayatında ilk kez burada gördüğüne ama diğer yandan çok uzun zamandır da tanıdığına aynı anda yemin edebilirdi...istediği an istediği yerde olabilirdi, ama yürümeye devam etmek istiyordu... Toprağı istediği an tekrar görebileceğini çok iyi biliyordu.

...yürüyordu hala. Biraz ileride minik minik beyaz çiçekler gördü, havada uçuşuyorlardı, hayır gökyüzünden düşüyorlardı...biraz daha yaklaştı, hava soğudu...küçük beyaz çiçekler kar tanelerine dönüştü...etrafına baktı, heryer bembeyaz olmuştu! gökyüzüne baktı, gözlerini kapadı: "kış gelmiş olmalı" diye düşündü...


2 Aralık 2011 Cuma

Dün gece çok uğraşmama rağmen kendimi bir şeylerin yolunda gitmediğine dair ikna edemedim...
güldüm de buna, evet!

15 Kasım 2011 Salı

Melancholia; the blue planet

tam da dünya ölürken canlanmak, dünya yaşarken canlı olanların yanında, ve blue planet, dünyaya çarpmak üzere olan...blue planet bizim "earth" değil miydi bu arada? oh blue planet, bize yaşam veren ve onu alan da aynı zamanda... dünyanın geri kalanının ne yaptığı da önemli değil, çünkü sen ölürsen herkes zaten yok olacak...Trier, I love what's in your head!

9 Kasım 2011 Çarşamba

Oh, this political correctness is killing me!

Konuştuk sonra, konuşmak bir boka yarıyormuş gibi, sanki ihtiyacımız olan tek şey konuşmakmış gibi...zaten onlar duymasa da ben hep konuşmuşum gibi.

Okudum sonra. belki de, dedi "henüz hazır değildir" hazır olana kadar beklerim dedim, yorgundur belki...
yaz geçti, bahar geçti, sonbahar bile geçti, ama kış geçmedi.

...yazdım, gözlerim buğulandı çok, göremedim, yılmadım. sildim, yine yazdım.

yine yazdım. yanımdan yürüdü, üzüldüm, elini tutamadım, ellerim acıdı... deniz canımı yaktı, çam ağaçları falan. bitsin istedim. bitmesin istedim.

7 Kasım 2011 Pazartesi

Trenli bir hikaye 7

İki tarafı kocaman, kocaman ağaçlarla dolu, lavanta kokulu patika bir yolda yürüyor buldu kendini...Lavanta kokusu nereden geliyor diye bakınırken, o kocaman ağaçların tepelerinin eflatun olduğunu fark etti. Lavanta bodur bir bitkiydi ama diye düşünürken, burada başına gelen herhangi bir şeye neden şaşırıyordu ki! Bir anda karşıdan, yaşlı, aksi suratlı birinin geldiğini fark etti, canı sıkkındı ve karşısına Immanuel Kant çıksa konuşabilirdi...ardından, adamla göz göze geldiler, adam aksi aksi bakıyordu ona, ama niyeti bozmuştu, yalnızlıktan işte, konuşası geldi; ben, dedi, bilmiyorum, hayat çok zor, hem erkekler, hem diğer kadınlar itekliyor her bir yandan, hadi diğerlerini anladım ama arkadaşlarım neden yapıyorlar bunu, nedenini biliyorum ama bununla nasıl başa çıkacağımı bilmiyorum... asık suratlı amca önce saatine, sonra "çok da umurumdaydı" der gibi ona baktı bir an, ve yoluna devam etti, Almanca bir şeyler söylediğini duydu sanki bir de uzaklaşırken, "imagination"'da problem var gibi bir şey...
...keşke karşıma Freud çıkaydı şimdi dedi, tam ihtiyacım olan adam...

5 Ekim 2011 Çarşamba

Trenli Bir Hikaye 6


Hala gün doğmamıştı ter içinde uyandığında, ve gece... her ev ayrı bir renkten oluşan ışık topuydu sanki...yeterince yukarıdan ve dışarıdan bakmayı başarabilirsen, o ışık topu evlerin simsiyah gecenin içinde, havada uçtuklarına şahit olabilirdin...

Sabah uyandığında, gördüğü kabusu hatırladı; herşey çok gerçekti, sanki burası rüya, rüyası gerçek hayattı....uyanmak güzeldi o yüzden.

Kahvaltı hazırlamak için, sahile bakan arka bahçesinden biraz muz, bahçeden biraz kahve, kümesten bir kaç yumurta aldı ama hala bir şeyler eksikti...

Trenli Bir Hikaye 5

...anlattığımda az anlatmış olmaktan korktuğum şey, mideme oturmuş şimdi, yemek borumu tıkamış, kalbimi sıkıyor, sanki elleri var...cisimleşmiş..boğazıma yapışıyor bir an, duruyor sonra bir müddet, bir nefes almama izin veriyor, ama bir nefes yalnızca.. sonra yine başlıyor..beynimde bu sefer aklımdan bedenime kayıyor. Elim ayağım tutmaz oluyor, yutkunuyorum..bir yutkunumluk süre kadar zaman geçiyor..kalbimden giriyor bu sefer, bir kere girmesi yetiyor, tüm vücuduma pompalıyor tek bir atışta o zehiri, sonra bir daha..bir daha...canımın çok yandığını "canım çok yanıyor" diyerek anlatamıyorum..
...yolda yürüyorum, hava çok soğuk, herşey soğuk, burnum akıyor soğuktan, elimi burnuma götürüyorum, hayır burnum kanıyor, çok kanıyor...eve gidiyorum, dinmiyor, kan bulaşan ellerime bakıyorum, kan ölüm müydü, can mı, hatırlayamıyorum....burnum hala kanıyor, ama ben neden hiçbiryerde kan göremiyorum...kağıtlardan şekil yapar gibi kesmişler bizi, arka arkaya bir sürü ben, biz...uzaktan portakal bahçelerine benziyor, güneş ısıtmış gibi, gülümsüyor herkes, tam bitti derken, yanında bitiyor, ellerindesin artık, NO WAY OUT...buradan çıkış yok diyor.

Uyandı, kabus görüyordu...böyle bir cennette, kabus da nesiydi ki!

27 Eylül 2011 Salı

Trenli Bir Hikaye 4



Yerleşim yerine doğru yaklaşırken, aklından bir sürü dşey geçiyordu, sevdiği insanlar, sevmedikleri, hayatından bi gitsin dedikleri... telefonu çaldı bir an, annesi arıyordu. Telefonu açtı, ama cevap veren olmadı, hat kesildi...kimbilir neredeydi ya. Artık kocaman bahçeli, tek katlı, rengarek evlerden oluşan o yerleşim yerinin içindeydi...Bir an arkasına dönüp baktı, ne mısır tarlası vardı, ne korkuluk, ne patika...

Bir an, sanki arkasına dönüp gidebilir ve o kapıdan geri çıkabilirmiş gibi gelmişti...çok yanılmıştı, hep yanılmaktan başka ne yapmıştı ki bu hayatta zaten...yazmak bir işe yaramıyor, konuşmak hiç yaramıyor...

...burada biraz oturup dinlenmeye ihtiyacı vardı, zaman garipti biraz, geçip geçmediğini anlayamıyordu hala...

Uzakta birini gördü, şimdi yanındaydı:

- "kahve alabilir miyim biraz"? dedi.

- "efendim"? diyebildi...

- "kahve diyorum, bir de biraz keçi sütü istiyorum, peynirim bitmiş, biraz peynir yapacağım"...

...bir yandan neler olduğuyla ilgili hiçbir fikri yokken, bir yandan da sanki bir yerlerde herşeyi biliyor ve anlıyor gibiydi. Bahçesinde kahve ağaçları olan evine girdi, evet onun evi ve onun bahçesiydi orası...nereden bildiğini bilmiyordu, ama biliyordu... mutfakta taze kahve çekirdekleri olan bir kavanoz vardı, onları yeni toplayıp, kuruttuğunu ve sonra kavanoza koyduğunu o kadar net hatırlıyordu ki! ve daha bu sabah keçileri sağıp, sütü dolaba koymuştu. Limon biraz hasta gibiydi sabah, gidip tekrar bir bakmalıım diye düşündü...Limon, keçisinin adıydı! ...kahveyi ve sütü Toprak'a verdi, evet Topraktı az önce yanına gelen çocuğun adı...

-"Ben de sana gelirken ceviz getirmiştim, biraz da kakao, öyle bakma yüzüme, kek yapmak için eksikleri yazmıştın ya sabah meydandaki ağaca"... dedi.

...Cep telefonu çaldı yine, arkadaşı arıyordu bu sefer, "İtalya'da olduğumu biliyorlar, ne diye arayıp duruyorlar" diye düşündü, bir zaman evvel annesi de aramıştı...çekmiyordu herhalde telefonlar burada...bir an şu aralar tek anormal olan telefonların çekmemesi sanki diye düşünüp güldü...

Bir anda kendini evin içinde ve mavi puantiyeli pijamasını giymiş şekilde buldu. Elinde dünyanın en güzel, yumuşak ama aynı zamanda kahve tadı yoğun, içinde bol yağlı kreması ve ne çok kaynar, ne ılık kahvesiyle, evin arka tarafında bir deniz kıyısına bakan ve her tarafı camdan evinde... öyle duruyordu işte...güneş batmak üzereydi ve ev sanki denizin içindeydi...Yoğun, aarı bir ışık vardı evin içinde, denizin ortasında sarı bir ateş topu gibi...Muhteşemdi bu kahvenin tadı, İtalyadaydı ne de olsa, herhalde o yüzden bu kadar güzel diye düşündü...

"...bazen böyle evde tek başıma sıkılmış, dalmış dururken, kapını kilidi dönerdi...sen gelirdin...kapının kilit sesi geliyor hala...heryeri camdan evimizde, yağmur yağardı ya üzerimize, ben kuzeyde üşüyüp uyurken sen güneşli sahilde bilgisayar oynardın. ben arada uyanıp, kıyıdan kıyıdan güneşli sahile gelirdim. "

Yatağına gitti, o kadar yorgun ve mutluydu ki, çok saçma deyip gülebildi sadece... kimbilir kaç saattir yürüyordu. Sıcacık yatağına girip, gözlerini kapadı, yağmur yağıyordu, camdan evinin üzerine... yağmurun sesini duydu, duydu, duydu...yağmur yağdığında üzülmediği ilk andı galiba bu. Kuzeyden, güneyden, doğudan ya da batıdan, kimseyi beklemiyordu, sonra bir an zaten eskiden beklediklerini de unuttu, sonra neyi unuttuğunu da unuttu, unuttu...unuttu...uyudu.
Publish Post

17 Eylül 2011 Cumartesi

Trenli bir Hikaye 3

..kapı, korkuluklı mısır tarlasının ortasında, yukarı bakınca sonu görünmeyen bir kapı...ama kapının iki yanında sadece mısır tarlası vardı, mısırların arasından kapının diğer tarafına geçti. Aynı tarla, aynı patika, aynı kapı...hatta çok uzaklarda kalsa da artık, korkuluğu bile hala görebiliyordu. Diğer tarafında da tamamen aynı şeyler varsa, kapı'nın ne anlamı olabilirdi ki?

...insanlar bazen "yokluklarıyla değil, varlıklarıyla" acıtılar... kendi varlığının ağırlığı yetmezmiş gibi onlarınkini de taşırsın...kendi hakkındaki imajın artık onların aklındaki 'sen'e dönüşür.

...işin komik tarafı ise onların aklındaki 'sen' imajını da aslında senin yaratmış olmandır ve tüm bu dolaylı yollardan geçerek kendini bulmuş olursun, halbuki aslında bulamayarak...zira tehlikelidir o yollar; ne ‘kapı’ vardır orada ne de ‘anahtar’...


Belki kapının yanından değil, içinden geçmeliydi. Bazen birşeylerin etrafında dolanmak içinden geçmekten daha kolaydır, daha az korkutucudur nedense...kapı çok devasa olmasına rağmen, kulbu onun eliyle kolayca açabileceği mesafe ve büyüklükteydi...açtı. İçerisi, dışarısının aynıydı, sadece artık kapının yanında mısırlar değil, devasa duvarlar vardı. İçerden bakınca, sadece kapıdan geçerek dışarı çıkabiliyordun, ama dışarıdan sadece tek bir kapı'ydı! Kapıyı arkasından kapatmadığı için, tekrar dışarıya çıkabildi. Dışarıda kocaman, deniz anası büyüklüğünde birşeyler uçuyordu, denizde yüzer gibi ama havada uçuyorlardı. Az önce geldiği yere çıkmıştı tekrar, nasıl olur diye düşünürken, onların kocaman EGO'lar olduklarını farketti. Bunu nasıl bildiğini anlayamıyordu ama onların EGO olduğunu biliyordu bir şekilde; kocaman deniz anası şeklinde ve bazıları dev kadar büyük, irili ufaklı binlerce EGO'yla doluvermişti dünya...Hayır belki hep oradaydılar da, sanki kapıdan girip çıkınca ona görünür olmuşlardı. Bu kadar büyük EGO'larla dolu bir dünyada olmaktansa kapıdan içeri girmeyi tercih etti, ne EGO vardı orada, ne uçan deniz anaları...deniz analarını denizde de sevmezdi zira.


O kapıdan girdiğinden beri kendini biraz garip hissediyordu. Daha saatler önce gözüne çarpan yerleşim yeri şimdi çok daha yakınındaydı...


13 Eylül 2011 Salı

Trenli bir Hikaye 2

Gözlerini açtığında, gün ışığı vardı...bir an ama sadece bir an kim bu kadar güzel bir sabahı paylaşmak ister ki diye düşündü, çünkü bu kadar güzel bir sabahı sadece kendine saklamak istersin. Hele ki yanında güzel bir kahve, ve bol yağlı kahve sütü varsa...

Meseleyi uzatmaya niyetim yok; ancak elimden gelen en kısa hali bu...aslında hikayenin sonunu okuyunca, uzatabileceğin kadar uzatsaydın zamanın varken diyeceksiniz, inanın...

...tren neden duruyordu, etrafına baktı, vagonda hiçkimse yoktu, evet düşünce gücüyle insanları yok etmek mümkün olsaydı, tamam...inmeli miydi, ne kadar zamandır duruyorlardı, herşey durmuş gibiydi...hayat belirtisi yoktu, ve gün ürkütücü olmak için fazla aydınlıktı...

Ayakkabılarını çıkardı, trenden indi, burası bir durak bile değil... o trenden indiğinde tekrar binmeyeceğini çok iyi biliyordu, sanki bu dünyada tek bildiği şey buymuşcasına...sabah ışığı, sepya filtreli çayırlar, ileride bir mısır tarlası var, ve bir korkuluk...ürkütücü ama gerekli...hayatındaki yerim bu olmasın diye gittim ya...eğer bir patika görmüşsen, onu takip etmelisin! Mısır tarlasının içindeki patikadaki çıplak ayaklı kız... ne kadar yürüdüğünü hatırlamıyordu, saatler, günler ya da yıllar bile geçmiş olabilirdi. Eğer bir patikada yürüyorsanız, ve güneş hiç hareket etmiyorsa, zamanın nasıl geçtiğini nasıl anlarsınız? ya da tüm hayat sadece bir patikada yürümekten ibaret olsaydı, zamanın geçmesinin bir önemi olur muydu? yol gittikçe, pastel boyası dağılmış bir tablo gibi sislenmeye başlamıştı...

..ne köylerin güzelliğini yaşayabildik, ne şehrin tadını çıkarabildik, en sevdiğin çiçek: instagram'da early bird ile filtrelenmiş bir papatya, gerçek hali hiç cool değil ayrıca...

...zamanı algılayamadığından, ne kadar zamandır yürüdüğünü bilmiyordu, sanki tahmin etmeye çalışmak bile imkansızdı. Birden, biraz ileride yerleşim yerine benzeyen bir silüet görür gibi oldu, hemen öncesinde ise Edward James Olmos...sanki neyin önce, neyin sonra olduğunu da karıştırıyordu, yorgunluktandır... Edward James Olmos? tatil için mi burada? insan en sevdiği dizinin başrol oyuncusunu tanrının unuttuğu bu yerde nasıl görebilir? gerçi unuttuğu iyi olmuş, el atsaydı, dünyanın diğer herhangi bir yerine de benzeyebilirdi diye geçirdi içinden...İçinden bir şey geçiriken zaman geçti yine, EJO kayboldu...onun yerine ileride kocaman bir kapı gördü, uzaklık ve yakınlık algısını da yitirmişti sanki, çünkü şimdi kapının tam önündeydi.

..aylardır aç ve susuz yaşayan bir adam varmış ve gerçekmiş bu...peki böyle bir şey varken dünyada, varlığımızı hangi gerçekliğe ve hangi doğa yasalarına göre kuracağız? eğer hiçbir gerçekliğe inanmamayı başarabilirsem, uçabilir miyim? ya da daha iyisi belki yok olabilir bazılarımız, puf diye.

9 Eylül 2011 Cuma

Trenli bir Hikaye 1

Sanırım size aslında herşeyin nasıl başladığını anlatmanın vakti geldi. Anlatacağım hikayeyle pek ilgisi yok ama farkında olmadan koyduğum o noktanın izinden gideceğim, belki, belki de fikrimi değiştiririm, kim bilir.

Neyse konumuz bu değildi, galiba konumuz hiç bu olmadı ya...

Herşey bir tren yolculuğuyla başladı, ama herşey...bunun bir başlangıç olduğunu aklınızda tutmanızı istiyorum; böylelikle hikayemin sonuna geldiğimde ne demek istediğimi çok iyi anlayacaksınız...ve söz veriyorum bu sefer mümkün olduğunca anlaşılır ve anlayışlı olacağım.

Bu gece sonunu getiremesem de bu hikayeyi anlatmaya artık başlamam gerektiğini hissediyorum; ve bu hikaye aslında herşeyin sonu ve başlangıcı aynı zamanda.

Her sabah aynı saatte, aynı yerlerden geçerek aynı yere gidiyordu. Aynı evler, aynı ağaçlar, aynı sokak köpekleri…dün aynı sokak köpeğini gördüğünde düşündüğü şeyi o sokak köpeğini bugün gördüğünde de düşünmüştü. Aynı sokak kıvrımı, aynı balkon, aynı inşaat…evin sokak kapısına gelene kadar kendini tutabilemeyi başarıp…neyse işte, hep aynı mavi anahtarıyla aynı kapıyı açıyordu, her gün, neredeyse aynı saatte...mavi yerine kırmızı bir anahtar yaptırmayı düşünmemiş değildi, ama renkler önemlidir, renkleri seçeriz, birşeylerin başımıza geldiği yalan, herşey seçimlerimiz sonucu olur, ve sonra da onları kendi gerçekliğimiz yaparız.

O gün neden oradaydı? Kimdi? Olan herşeyden farklıydı bugün…onun orada olması.

Hep aklına o şiir geliyordu:

Olmuş olana çare yoktur
Olacak olanın olma ihtimali hep vardır
Olmakta olanı görememek ise sadece bir dramdır.

Olmuş olan, olmakta olan ve olacak olan hep linear bir çizgide mi ilerlerdi? Herşey bir arada olabilir miydi peki? Ve bizi ayakta tutan hep olacak olanın olma ihtimali miydi? Asıl meselenin olmakta olan olduğu neden kimsenin aklına gelmiyordu; ne düşünüyordun acaba bunu yazarken, diye düşündü, onun ne düşündüğünü bilebilmek sanki çok mümkünmüş gibi...


Dedim ya, herşey o trende başlayacaktı, öncesini bilebilmek mümkün bile değilken, şu anda bunları yazabildiğime şaşıyorum aslında...

Trenle gitmek…trenle gitmek herşeyden daha güzel değil miydi? Trenle giderken herşeye tam olması gerektiği mesafeden bakabildiğini düşündü, elektrik direklerini birer birer geçerken. Trenle giderken hep Red-kit ve daltonlar aklına gelirdi, treni bir yandan vahşi batının bir uzantısı olarak gördüğünden olsa gerek. Tren sinemadaki ilk hareketli imge aslında değil mi? Herşey hep onunla başlar, dünyanın içinde kurduğumuz imgesel dünya bile...

Bunları düşünürken uyuyakalmıştı. Hava o kadar sıcaktı ki, havalandırmanın çalışmıyor olabileceğini düşündü, yanına su almamıştı. Tuvalete gitmesi gerekmesin diye su satın alma refleksi geliştirmediği için kızdı kendine. Kendine kızmak en iyi yaptığı şeydi zaten. Çok sıcak ya da çok soğuk olduğunda yaşamaktan nefret ederdi. Sanki yaşamın keyfini çıkarmanın ilk koşulu bu sıcak-soğuk dengesini sağlamaktan geçiyordu. Ve nem elbette. Nemden nefret ettiğini düşündü. Sonra da ne kadar çok şeyden nefret ettiğini düşündü…

Tren hala hızla ilerliyordu ve hala yemyeşildi herşey. En optimum mesafeden etrafı seyretmeye devam etti…ne çok uzak, ne çok yakın diye düşündü tekrar ve yine ve yeniden…uzaklaştıkça ne kadar mutlu olduğunu düşünüyordu, herşeyden uzaklaşmak, geride bırakmak. İçinde hissettiği nefret tüm iyi şeylerin önüne geçmeye başladığında bu kararı vermişti. Öylesine bir yerde bırakmıştı ki, aslında çok geç bir yerdi o, ya da tam zamanıydı... Bu kadar kızgınlık iyi değil diye düşünse de, ‘yola devam’ dedi. Yanındaki koltuktaki iki kadın ingilizce konuşuyorlardı, "heavenly ve earthly kelimelerini seçebildi sadece, hem trenin sesi hem de batılıların şu kısık sesle, sakince konuşma şekli yüzünden, yok aslında en önemlisi kendi kafasının içindeki gürültüden, ne dedikleri tam anlaşılmıyordu, Toskana bölgesi civarlarında olmalıydılar…

Bu gece bir kaç paragraf bile yazabilmek büyük bir başarıydı, bazen bir cümle kurmak dünyaya bedeldir ya!

4 Eylül 2011 Pazar

Nada

sun but no light
apple but no taste
friends but no friendship
love but not the self
...there is simplicity, thnx god.

..and I am still the heroine of this blue story.

23 Ağustos 2011 Salı

Eternal Sunshine of The Spotless Mind

Giderken arkalarında kötü anılar bırakanları seviyorum; bazen o kötü anıları hatırlamak zor olsa da, ne de olsa insan zaman geçtikçe hep anıların güzel kısımlarını hatırlıyor...buna çok kafa yorarım, tamam anıları çok çarpıtarak hatırladığımız doğru ama neden kötü olanları çağırmak zor ki...imge olarak geliyorlar ama his olarak gelmiyorlar işte bir türlü..."zaman hiçbirşeyi silmiyor, sadece üzerini örtüyor" * demişti sevdiğim bir yazar; ama galiba sadece kötü olanlara mı filtre çekiyor ki. Eğer öyle olmasaydı hiç affedemezdik ve ölümü unutamazdık, aslında unuttuk mu ki... bilmiyorum...neyi biliyoruz ki...zaten eğer kötü olanlara filtre çekerek iyi bir şey yaptığını sanıyorsa, biraz yanılıyor, çünkü o zaman daha çok özlüyorsun..ve özlemek her zaman iyi bir şey değildir...

Sonunda hatırlamayacaksak, çok kötü anılar biriktirecek kadar beklemeye gerek yoktur belki de geride bırakmak için...

...ve bir yanım bu kadar geride bırakmak isterken, bir yanım nasıl bu kadar yerleşmek isteyebiliyor ki?

*Kürşat Başar

18 Ağustos 2011 Perşembe

a Scarecrow in the cornfield

orada durmayın, orası iyi değil, içeri girin ya da sonsuza kadar gidin...

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Friendship

I don't believe in people anymore, because people only believe in their own ego, beer and lousy social media... I want to marry and have children.

25 Temmuz 2011 Pazartesi

Kökler

..bazen çizmek, yazmaktan daha kolaydır.....ağaçların kökleri varsa bizim de olabilir. Evrende kapladığın yer sadece görünen varlığınla sınırlı olamaz ya, buna inanmayalı çok olmuştu...teori geliştirdim sonra, aslında geliştirmek için değil, çizerken oldu, benden bağımsız ama benden çıktı...insan göründüğü değil, kökü kadardır aslında, kimisinin çok büyüktür kökleri, çok derinlere ulaşmış olabilir ve çok uzaklardan beslenebilir haliyle o zaman, başka köklere değebilir kolayca...kimisinin kökleri zayıftır, onlar hakkında yazmaya değmez...

29 Haziran 2011 Çarşamba

smell

Herşeyin kendine has kokusu var. Duyguların da var, renklerin de kokusu var ve herşeyin bir rengi de var. Olayların da kokusu var...olacak olan olmadan kokusu geliyor, öyle değil mi?

14 Haziran 2011 Salı

We are living in the age of "how" rather than "what" or "why".

10 Haziran 2011 Cuma

I know what's going on here Mr.

bana her an kırılacak bir bardak muamelesi yapmaktan vazgeçiniz bayım...zira o bardak bütün haliyle bir işinize de yaramayacak... kırıldığında parçaların size de sıçramasından korkuyor olmalısınız ki, korkmalısınız bayım...fekat iş işten geçmiş, o bardak çoktan elinizden kaymış olabilir, bundan sonra olacaklara hazırlıklısınızdır umarım bayım.

...şimdi biraz gidin siz, dinlenin falan...yapacak işleriniz vardır...hadi önden buyrun.

8 Haziran 2011 Çarşamba

may I?

sığınsam şimdi, azıcık kalsam burada...dışarıda yağmur yağıyor ve heryer çok ıslak, yağmur dinene kadar otursam bir köşede. sonra unutsam kendimi burada, unutup gitsem...yağmur dinince gelip alsam?

6 Şubat 2011 Pazar

"İnsanlar hem tehlikeli oyunlar oynamak ister, hem de kıllarına zarar gelsin istemezler"

1 Nisan 2010 Perşembe

in love with ice-cream (in machine)

Önce "desire" olmalıydı, ön şartların en önünde olacak olan oydu.
Tam vakti diye düşündüm ya da aslında "evet, vakti gelmişti" diye...
Sonra cüzdanımdaki bozuk paralara gitti aklım, çıkışmayacağına çok emindim...
O da tamamdı, şaşırmaya başladığımda, bu sefer orada olmayacağından emindim, mevsimi değildi bir kere...
Hem benim istediğim öyle sıradan bir tat değildi ki...
oradaydı....çok kolay olmuştu, herşey fazla kolay!
sonra birbirimize ısınamayacağımızı düşündüm ki, düşündüğümden korktum. sevmeden önce, sevemeyeceğimden korktum...

sonra...aslında sonra ne olduğu çok da önemli değildi..
sonra ne olduğunu ben de bilmiyordum...

4 Şubat 2010 Perşembe

Mavi kazağımı bulamıyorum

İnsan ertesi gün ne giyeceğini düşünmeye bu kadar vakit ayırmamalı bence...saçma...yani "kendine iyi bak" demek gibi bir şey bu...kendine iyi bakarsın zaten, başka çaren varmış gibi...insanın kafası bu kadar boş şeylerle meşgul olmamalı ve...hayat bu kadar zor olmamalı, ne giyeceğini bile bu kadar düşünüyorsan, yani alt tarafı üşüyorum......

"dua etti benim için, günahı göremediğimi sanıyordu, benim de diz çöküp dua etmemi istedi, çünkü günahı kelimeler olarak görenlerin gözünde kurtuluş da kelimelerdir yalnızca"- William Faulkner, 1932.

19 Ekim 2009 Pazartesi

http://listen.grooveshark.com/#/song/My_Little_Runaway/7692006

(o zaman)...ve sen o yolu dönerken batı'ya ben ise doğu'ya gitmeye çoktan karar vermiştim...artık kararlar vermemeyi öğrendiğimde ise, hiçbirşeyin yasını tutmaya vakit kalmamıştı..

(şimdi)...büyümek kaç yıl sürerdi? büyüyünce herşeyin doğrusunu bilebilir miydik? bu iyi mi kötü mü, anlayıp, yorumlamaya bile zaman yokken...bir varmış.. bir yokmuş...'ben'de kaç 'sen' var, kaç 'ben' yokmuş? ya da 'ben'de binlerce 'ben' varken hiç 'sen' yokmuş...

(şimdi'ye yakın) çok zaman geçti...(ben) ben içinde başka bir ben, kontrol edemediğim, ya da tüm kontrolü bıraktığım ben, küllerimden yeterince doğduğuma kanaat getirip yüzümü batı'ya çevirmişken, sen, ah zavallı sen...

(şimdi) Heloise'in tanrısı sana dünyevi zevkler bahşetmişken ben artık bu kadarının da fazla olduğunu düşünüyordum.

(tam şimdi) Doğu'nun henüz doğamadığı, ziyadesiyle batı'nın da henüz belirmediği o ucu bucağı görünmeyen yeşillikler arasında ve belki de ejderhalar ülkesindesin sen şimdi...ben olmayacak olanın rüyasında ve olmaması gerekenin gerçekliğinde...sen her seferinde başka bir bedene bürünüyorsun ama ben hep o aynı mavi masalı yaşıyorum..

(o zaman ve şimdi)...ben gittim.

29 Eylül 2009 Salı

SURETLER

Filmimiz yakın gelecekte geçiyor...
Senaryo berbat, oyuncular kötü, özel efektler korkunç, sinematografi.. o da ne ki? unutmuş olmalılar...
Aslında birşeyi daha unutmuşlar. İnsan olmanın özünü oluşturan şeyin büyük kısmı aslında kendi bedeniyle kurduğu ilişkiden geçmiyor mu.. Herhangi bir suret'e bürünüp - ki bu kendi suretinin tıpkısı olsa da- öznenin biricikliğini korumayı nasıl başarabilirsin?

Filmin tüm bu sorulara cevap verebilecek kadar derinlikli olmasını zaten beklemiyordum ancak bu şartlarda insanoğlunun varlığını tıpkı günümüzdeki gibi sürdürüyor oluşu filmle arama ciddi bir mesafe koyuyor... Makineye bağlı ve neredeyse yattıkları yerden hiç kalkmadan yaşayan insanların -duygusal durumlarını geçtim- fiziksel olarak dahi pek de değişime uğramamış olmaları filmi ciddiye almamı iyiden iyiye zorlaştırıyor...ve son sahnede, bir post-apokaliptik fon önünde düzenin çöküşüne şahit oluyoruz..hımmm... daha ağır bir "casulties" durumu yaşanması gerekmez miydi? mesela uçakların düşmesi, nükleer santrallerin patlaması gibi -orada da suretler yok muydu?-...tamam çok şey beklediğimin farkındayım..

Aslında kocaman nefretler biriktirip kendini çok önemsemeden -the- o özneler,
biz suret olalım yeter ki eskimesinler...


17 Eylül 2009 Perşembe

13 Eylül 2009 Pazar

sen geceye yatarsın,
ben rüyayauyanırım.

ben seni rüyamda bile göremem...

11 Eylül 2009 Cuma

Dünyanın sonunun gelmesinden daha kötü tek şey hiç sonunun gelmemesi olurdu..

hayat, sabah yolda yürürken üzerinden geçtiğin sek sek oyunu.. kural basit, çizgilere basmayacaksın ama bu o kadar ince bir çizgi ki bassan da basmadım diyebilirsin, bunu ispat etmenin bir yolu da yoktur... ancak bir gün sen basmasan da birileri çıkıp bastığını iddia edebilir, malesef bunu da ispat etmenin bir yolu yoktur...

Bu kadar da basitim işte bugün.


9 Eylül 2009 Çarşamba

09.09.09

Sonbahar, kış, ilkbahar, yaz...sonbahar, sonbahar, sonbahar.

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Yol'a dair

" Sen bir rota çizmiş olsan da kesin kez, yolun hep bir planı vardır senin hakkında. Yolları yolculuk, yola çıkanı yolcu yapan budur. Aldanmazsan, kapılmaz ve yanılmazsan varamazsın yolun gideceği yere. Yolculuğun gizi budur: Kaybetmezsen yolunu bulamazsın aslında.
Bir soru’n olmalı mutlaka. O soruyu sormalısın, kimsenin anlamadığı bir dilde konuşan ve hep aynı cümleyi tekrar eden bir derviş gibi döne döne aynı soruyu sormalısın. Cevap, başlangıçta tahmin ettiğinden ne kadar uzakta ise gerçeğe o kadar yakındır. Sarsılmamışsan, soru’nu kaybetmekten korkmuşsan, hiçbir yere gitmemişsindir aslında.
Düzenin bozulmalı. Evden çıkmak budur aslında. Yolculuk, bir düşmek ve kalkmak meselesidir. Eve yaralarla dönülmüyorsa hiç gidilmemiştir…
Sadece uzaklardan gelenler bilirler evlerinin kokusunu. Yollara, evlerimizi anlamak için çıkılır. Fakat yolda bulduğun cevaplar eve geldiğinde, yakalanmış kelebeğin renklerinin sönmesi gibi parça parça dağılır. Yola ait cümleler, yazıktır ki hep yolda kalır. Onlar, yolun cevaplarıdır. Döndüğünde anlatacağın hep biraz renksiz hikayedir. Cevaplar, suyun altında çok renkli görünen ama sudan çıkarıp kuruduğunda renkleri sönen çakıl taşları gibidir. Bu, sana böyle gelir. Oysa yeni çocukların yeni yollara çıkması için o çakıl taşlarını getirmek, sözün büyülü suyuyla yeniden ıslatmak, renklerini yeniden canlandırmak gerekir.
Göz doyar mı? Ne kadar görse, doyar? Bazı gözlerin ne görse öğüten bir bakışı vardır; doymaz kapanana kadar. Akıl kaç soruyu cevapladığında soru sormaz artık? Belki akıl, cevapladıkça çoğaltır soruları. Kaç yüz gördüğünde görmüş olursun bütün yüzleri? Kaç tanışma sona erdirir şaşırmayı? Göğüs ne zaman sonuna kadar dolmuş olur aldığı nefeslerden? Son nefesini verdiğinde mi?...
Bazısı insanların, durulmadan ölür. Kimisi yosun tutmaz hiç. Dünya ve insanlık, o insanların hayalleriyle iyileşir. " Ece Temelkuran

...ve kaç savaş geçirdiğinde öğrenirsin sonunda artık kazanmayı?..ya da bu her zaman bir kazanma/kaybetme meselesi olmak zorunda mıdır? Chomsky'nin dediği gibi bizi bu kadar mı inandırdılar artık hiçbirşeyi değiştiremeyeceğize?

11 Temmuz 2009 Cumartesi

Ama ben ne istiyorum

"Tanrı başarmamızı değil sadece denememizi ister" Mary Doria Russell/Serçe

4 Ocak 2009 Pazar

eğer hiçbir şey hissetmiyorsan, bir şey hissetmediğine nasıl üzülebiliyorsun?

...ah! ne kadar hüzünlü bir gün.. dışarıda yağmur yağıyor, sadece yağmurun sesi var fonda ve iki kişi sevişiyor...aralarında aşk ya da sevgi yok ama güçlü bir tutku var...evet evet, biz bunları düşünürken, şaraplarımızı yudumlayıp bu sistemin bizi ne kadar artık birşeyleri değiştiremeyeceğimize inandırdığını, alıntılarla ve o çok hayranlık duyduğumuz feylosofların söylemlerine referanslar verip anlatırken, Afganistandaki boktan durumu anlatan filmler izleyip içlenirken, o deniz kıyısında insanlar öldürülüyor...biz yine hayatın ne kadar boktan olduğundan dem vurup, en prestijli üniversitelerin aydınlarının yorumlarını izleyeceğiz..blog yazacağız böyle..

Farelerle İnsanlar

Şükret fare
Bu kapana şükret
Yüzüme bakma öyle acı acı
Gözünü mü oydum
Derini mi yüzdüm
Hayanı mı burdum
Şişlemek elimdeydi
Gazlamak elimde
Diri diri yakmak elimde
Diri diri gömmek elimde
Elini kalbine koy da söyle
Karını mı astım
Kızını mı kestim
Yuvanı mı bozdum
Yooo fare
Olmaz fare
Şunun şurasında minnacık bir kapan bu
Ne tank
Ne top
Ne tayyare

Oktay Rıfat

13 Eylül 2008 Cumartesi

mutluluk!

...çam ağaçlarının yanından geçiyorum yürürken, bazen bir yaprağını koparıyorum ağacın ve sıkıyorum elimde, suyu çıkıp tadı ve kokusu daha belirgin olana kadar...işte o zaman bütün hayat sadece o ağaç yaprağının kokusundan ibaretmiş gibi geliyor...

9 Temmuz 2008 Çarşamba

http://listen.grooveshark.com/#/search/songs/?query=ghinzu

Tam bir şizoid kişilik bölünmesi yaşıyor bu şarkı. Tam 2 dakika 32 saniye sonra yani neredeyse ikinci yarısında tamamen bambaşka bir parça oluyor apayrı bir kişiliğe bölünüyor. İlk yarıda ne kadar naif, easygoing gidiyorsa ikinci yarıda o derece sertleşiyor, kendini kaybediyor yer yer ilk yarıyı anımsatan tınılarla ama yetmiyor bu tınılar çok çok uzaklardan geliyor, kendini ele geçirmiş o yeni kimlikten kurtulamıyor, gittikçe daha da kızıyor, sonuna doğru zıvanadan çıkıyor adeta. Öyle de bitiyor, dönemiyor özüne, o ilk orijinal hali olamıyor bir türlü.

26 Nisan 2008 Cumartesi

Bizi Nietzsche mi mahvetti?

"kendi alevlerinizde yanıp küllerinizden yeniden doğmak" belki de gerekmiyordur herkes için... belki de memnun olmak lazım hayattan, herşeyi de kaybetmek mi lazım ki yeniden "olmak" için... belki de yeniden olmak, yeniden doğmak istemiyorduk, belki mutluyduk basit, küçük hayatımızda...ya da mutlu olduğumuzu mu bilmiyorduk? herkesin harcı değil belki de kendi alevinde yanabilmek, gözyaşlarıyla söndürüyor zaten alevinden yanamıyor ki! yan yan bitmiyor, kül olamıyor ki...

25 Nisan 2008 Cuma

12 Nisan 2008 Cumartesi

lack.

21 Şubat 2008 Perşembe

bensenobizsizonlar...böyle!

Komik mi? hayır... hiçbirşey komik gelmiyor artık. Kelimeleriyle bu derece derin(!) olanların, sadece kendilerini değil başkalarını bile ifade etmeye cüret edebilenlerin gerçek dünyadaki yansımaları nasıl “böyle” olabiliyor, böyle işte, buna bir tanım bulamayacağım, yeryüzünde bulunduğunu da sanmıyorum.........bu hisle devam edemeyeceğimi gayet iyi biliyorum, ancak görmezden gelmeyi becerebilmek şu aşamada olanaklı görünmüyor. Bazen sorunun bende olduğunu düşünecek kadar bile ileri gidebiliyorum, kendimi bu kadar yüceltmemin de bir yararı dokunmayacığını içten içe bilerek...aslında suçu karşımdakilere atıp onları yüceltmeyi hiç istemiyorum, bu durumda suçun bende kalıp beni yüceltmesini tercih ederim....bazen içimdeki karanlığın –ona nefret ya da kızgınlık diyecek kadar dünyevileştirmek ya da maddi alemde ifade etmeye çalışmak istemiyorum, dilde karşılığını bulamıyorum ama bazen sadece cisimleştiriyorum - hangisinden kaynaklandığını bile bulamıyorum, gözünü kan bürümüş canavarlar gibi hiçbirşeyi göremiyorum o karanlıkta, ağlaya-bile-miyorum bile, bir gün ağlata-bile-ceğimi umarak...asıl uğraşmam gerekenin “bu” olduğunun tam da farkina vararak...kusamıyorum bile, içimde büyüttükçe büyütüyorum, sanki yeterince büyüyünce herşey ve herkes daha normal görünecek....

"there's a hole in the world
like a great black pit
and it's filled with people
who are filled with shit"

27 Ocak 2008 Pazar

"Bir keresinde Kaygı (cura) bir nehirden geçiyordu, bir kireç parçası gördü ve ona şekil vermeye başladı. Oluşturduğu şeye bakıp düşünürken Jüpiter geldi. Kaygı Jüpiterden bu parçaya ruh vermesini istedi. Jupiter memnuniyetle kabul edip kireç parçasına ruh verdi. Ardından Jupiter parçaya kendi isminin verilmesini istedi. Kaygı ile Jupiter arasında bu konuda tartışma başladı. Derken yeryüzü ayaklandı ve yaratığa kendi isminin verilmesi gerektiğini, çünkü kendi parçasından yapılmış olduğunu söyledi. Üçü birden Satürn'den hakemlik yapmasını istediler. Satürn şu karara vardı: Jüpiter, sen ruhunu vermiş olduğun için yaratık öldüğünde ruhu senin olacak, sen yeryüzü, bedeni verdiğin için bu şeyin bedenini sen alacaksın. Ama, bu yaratığa ilk kaygı biçim vermiş olduğundan, yaşadığı sürece bu yaratığa kaygı sahip olacak. Ve aranızda isim konusunda bir anlaşmazlık olduğuna göre, gelin ona insan (homo) ismini verelim, çünkü topraktan (humus) yapılmıştır." Hyginus'tan alıntılanmış. Martin Heidegger--Varlık ve Zaman

Kaynak: Doğu Batı Dergisi yıl: 2 sayı:6/Cem Deveci

22 Ocak 2008 Salı

"Almost all of our sorrows spring out of our relations with other people" A. Schopenhauer

Hani bir İngiliz filmi vardı, Tom Wilkinson oynuyordu orda, cüceleri vardı bahçesinde, en çok cücelerini seviyordu. Kırdılar sonra cücelerini, bişeyinden değil, en çok cücelerini sevdiğinden, çok üzülmüştük. Hala çok üzülüyorum ben, neden kırdılar cücelerini? ...en çok cücelerini seviyordu oysa ki. Bu dünyanın sonu gelse de hepimiz bi rahat etsek!

17 Ocak 2008 Perşembe

"How I remebered them, not necessarily the way they happened" Lost Highway--D. Lynch

Irvin Yalom, Nietzsche Ağladığında adlı kitabında Joseph Breuer ve Freud ile ilgili şöyle bir öykü anlatır. J. Breuer bir yandan psikanaliz’i henüz keşfettiğinin farkında olmadan üzerinde çalışmalar yaparken bir yandan da karısı ve yedi çocuğuyla mutsuz bir hayatın içindedir. Daha sonraki yıllarda literatüre de geçecek olan meşhur hastası Anna O. ile çalışmaktadır. Anna O.’yu bir müddet tedavi etmiş ancak kadın Joseph Breuer’e aşık olduğunu itiraf edip hatta Ondan bir de çocuk istediğini söylemeye kalkışınca Breuer paniklemiş ve hastasını başka bir hastaneye göndermiştir. Bu arada kendisi de Anna O.’ya aşık olduğunu düşünmekte ve zaten mutsuz bir evliliğin içinde olduğundan Anna O.’yu aklından çıkartamamaktadır. Bir gün artık dayanamz ve bir karar verir. Çok uzun zaman düşünmüştür bunun için, karısını, yaşadığı şehri, mesleğini yani tüm hayatını bırakıp Anna O.’yu bulmaya karar verir. Eşyalarını toplar, evle vedalaşır, çantasını alır ve çıkar. Anna O.’yu bulur, bir hastanenin bahçesinde O’nu yeni doktoruyla konuşurken görür ve onları duyabileceği uzaklıktan dinlemeye ve gözlemeye başlar. Anna O. yeni doktoruna da tıpkı Breuer’e söylediği şekilde, Ona da aşık olduğunu ve hatta çocuk istediğini söylemektedir. Bruer onları bir müddet izledikten sonra birden herşeyi çok net bir şekilde anlamaya başlar. Anna O. aslında kendisine aşık falan değildir, sadece hastadır ve kendisiyle ilgilenen her doktora aynı tepkiyi vermektedir. O anda Breuer de, aslında Anna O.ya aşık olmadığını görür. Artık iş işten geçmiştir. Tüm hayatını, evini, işini terketmiştir. İnanılmaz bir hayalkırıklığı içinde ne yapacağını düşünürken birden birinin “Joseph” diye seslendiğini duyar. Gözlerini açtığında öğrencisi Freud karşısındadır, ve evinin çalışma odasında hipnozdan yeni uyanmış olduğunu fark eder. Büyük bir sevinçle karısına koşar, tüm bunların gerçek olmadığına şükreder.

İşte hayat böyle değil ne yazık ki! Gerçek hayatta verdiğin kararların sonrasında seni neyin beklediğini yaşayıp, görüp bundan memnun kalmayınca geri dönme şansın olmuyor. Aslında düşünüyorum da olsa daha mı iyi olurdu, hayır tabii ki olmazdı. O zaman hayat bu şekilde olmazdı zaten, yaşadığımız duygular, hislerimiz, dünyaya bakışımız, dünya üzerine kurduğumuz bu sistem bambaşka olurdu. Ben acaba ister miydim bunu, hayatımın son bir kaç? zamanının bir hipnozdan ibaret olduğunu öğrensem ne yapardım acaba? Yine aynı kararları alır mıydım? İşte fantazi ve gerçek dünya arasındaki fark bu sanırım. Sihirli değnek misali. Hatta matrix misali, insanlığın en mutlu olacağı şekilde kurulan düzeneğin işe yaramaması gibi. O rahatsızlığı, huzursuzluğu yaşamadan o yoldan geçmeden istediğin şeyin olmasının ne anlamı kalıyor ki! Frodo o zorlu yollardan geçmeden bir kuş O’nu alıp doğrudan Mordor’a götürse ve yüzüğü orada pat diye atıverse ne anlamı kalırdı herşeyin. O anlayabilir miydi ki yaptığın şeyin anlamını ya da kendine kattıklarını ya da büyüdüğünü. Herbirimizin büyüme öyküsü farklı işte, sonunda geldiği yer ise aynı. O sona ulaştığında herşey bitiyor mu, hayır yeni bir öykü için kollarını sıvıyor hayat ve üzerimize bırakıveriyor...


İçimden yaşamamı sağlayan herşeyiN çıkarıp alındığı cansız bir çizgi film karakteriymişim...

15 Ocak 2008 Salı

My Blueberry Nights


Sürekli yemek yiyerek konuşan ve ağzı doluyken bile estetik görünebilen –ve artık bu sahneler amerikan filmlerinden yasaklansın istiyorum- amerikanvari karakterleri, o herbiri fotoğraf karesi güzelliğindeki görüntülerin arasına serpiştirip, bir de üstüne saçmasapan anlamsız diyaloglarla bezeyince , Jude Law, Rachel Weisz, Nathalie Portman’i oynatmak ve yönetmen koltuğuna Wong Kar-Wai’yi oturtmak bile işe yaramıyor ne yazık ki. Norah Jones’dan bahsetmek bile istemiyorum, ne kadar ruhsuz, cansız oynamış, oy-na-ya-ma-mış daha doğrusu. Lütfen sen sadece şarkı söyle Norah Jones. Hikaye, evet bir kadının içsel yolculuğunu anlatıyor ama kardeşim bir yolculuk bu kadar mı sığ anlatılır, bu kadar mı sığ oynanır. N’oldu, ne yaşadın, ne öğrendin de geldin? Neydi bu şimdi diye soruyorum kendime ve verdiğim paraya acıyorum.

..ve diyorum ki,

“Listening loud music stops me from thinking”. Chungking Express – Wong Kar-Wai

8 Ocak 2008 Salı

CASHBACK/Sean Ellis

...ve şöyle başlıyor "It takes approximately 500 pounds to crash a human skull but human emotion is much more delicate thing"....şöyle devam ediyor..... "You can speed it up, you can slow it down, you can even freeze a moment but you can't rewind the time. You can't undo what it has done"... röyksopp/What else is there ile bitiyor...

4 Ocak 2008 Cuma


Kar yağıyor dışarıda. Çok da soğuk, acayip bir hava var, kurt inmiş şehre yani o derece.
Hep en son yaşadığı en ağırıymış gibi geliyor insana. öyle değil ama değil mi, geçiyor...
Üstelik kaç kez söyledik sana, uyardık ama dinlemeyen sensin. öyle ellerin cebinde "cool" yürümeyeceksin, dengeni sağlayamazsın bir kere eller cepte... dengeni sağlayamazsın, oradan buradan iterler de üstelik, hele bir de kar yağmışsa...
...kısa ve öz olmaktan da vazgeç artık, uzun ve ağır bir metin olmalısın... ah kim yetiştirdi seni, söylemediler mi sana bunları, hayatta nasıl olman gerektiğini öğretmediler mi?.. her boku öğretiyorlar ya...
.....
...ne zaman sustuk biz? ne zaman kaybettik kelimelerimizi...ya da hangi kelimeler bizi bu hale getirdi?

30 Aralık 2007 Pazar

my life without me

...bazen böyle evde tek başıma sıkılmış, dalmış dururken, kapını kilidi dönerdi...sen gelirdin...kapının kilit sesi geliyor hala...heryeri camdan evimizde, yağmur yağardı ya üzerimize, ben kuzeyde üşüyüp uyurken sen güneşli sahilde bilgisayar oynardın. ben arada uyanıp, kıyıdan kıyıdan güneşli sahile gelirdim.

27 Aralık 2007 Perşembe

susuz kış

...ıhlamur, tarçın, karanfil, elma ve ben... burada bir fazlalık var.. ben.. oysa ben bilmediğim yabancı diyarlarda değil en bildiğim sularda, en sevdiğim omuzlarda, kendi evimde, pasta yaptığım duvarları mavi-mor renkli mutfağımda, yatağımın içinde, dost bildiğim sözcüklerde, sevdiğim yazlarda, sevmediğim kışlarda, hep aklıma gelen yaşamadığım anılarımızda, en sevdiğim filmlerin parçalarında, en güzel rüyalarımda, hep kendimi cezalandırdığım kabuslarımda, bulamadığım kelimelerimde kaybolmuşum... bildim şimdi... hep sanmışım, hiç olmamışım ki, değmişim yalnızca...ben.

8 Aralık 2007 Cumartesi

Hiçbirşey hiçbirzaman birbirine eşit uzaklıkta duramaz, nesneler de insanlar da.. ama pratik hayatta varolabilmek için hepsi eşit uzaklıkta olmalıdır başka türlü ilişki kumak çok yorucu olur çok yıpratıcı...tabii hayatı pratik değil de soyut yaşamak isteyenler için herşey mümkün.

16 Kasım 2007 Cuma


“ Milyonlarca yıldır çiçeklerin dikenleri var. Ve milyonlarca yıldır koyunlar çiçekleri yiyorlar. Çiçeklerin hiçbir işlerine yaramayan dikenleri neden büyüttüklerini anlamaya çalışmak gereksiz bir şey mi? Çiçekler ve koyunlar arasındaki savaş önemsiz mi? O kırmızı suratlı beyefendinin şemalarından daha ciddi ve daha önemli değil mi bunlar? Ve evrende başka hiçbir gezegende yetişmediğini bildiğim bir çiçeğim varsa ve küçük bir koyun onu bir sabah, ben fark etmeden, tek bir ısırıkta yok ederse, bu önemsiz bir şey midir? “


Yüzü kıpkırmızı olmuştu. Konuşmasını sürdürdü: “ Eğer bir insan milyonlarca yıldızın arasındaki tek bir gezegende yetişen bir çiçeği severse, bu onu mutlu etmeye yetecektir. Çünkü yıldızlara baktığında ‘ Benim çiçeğim oralarda bir yerlerde ‘ diyebilir. Ama bu koyun çiçeğini yerse, o zaman bütün yıldızlar aniden kararmış gibi gelir ona. Ve sen bunun önemli olmadığını düşünüyorsun! “ Küçük Prens



Önemli olan nedir ki zaten. Önemli olduğuna inandığım için mi inanıyorum, inanmak istediğim için mi. En kötüsü de bu işte, inanmak istediğim için mi inanıyorum, buna ihtiyacım olduğu için mi, bir zavallı olduğum için mi? yoksa gerçekten doğru olduğunu bildiğim için mi? inandığım şeylerle kendi dünyamda herşeyi çözebileceğimi düşündüğüm için mi... kendimi ikna etmek için mi... böyle kaçıyoruz işte, hem de hepberaber... ama nereye kadar...






15 Kasım 2007 Perşembe

Yine düşünüyordum bugün... çok işim vardı, onca işin yoğunluğun arasında nereden gelir bu düşünceler hiç anlamam zaten... hani hayatta herşey ya da hiçbir şey hep yolunda gitmez ya, yok evrenin düzeni, doğanın dengesi... yok böyle bir şey... biz varız sadece... evrenle hayatla falan alakası yok işte...insan denen varlık-homo sapien diyorlar zannımca- böyle acayip bir şey... rahat duramıyor bi... zaten herşey yolunda gidiyorsa, o ne yapıp edip onu bozuyor zaten... birimizi çözsek olacak bu iş...

11 Kasım 2007 Pazar


Zizek Gelmiş...

6 Kasım 2007 tarihli konfreransına yer(!) bulabildim ancak... Nedense adam gelmeden 3-4 gün önce haberimiz olabildi, arayıp randevu almak içinse çok geçti. Neyse bunu yeterince tartışıp sinir oldum, daha fazla uzatmayacağım.

Çok şey anlattı ama benim izleyebildiğim, anlayabildiğim, aklımda kalan, en çok yer eden bir kaç şey var. Günümüz "sol"undan bahsetti mesela, en başarılı olanlardan birinin Chavez olduğunu söyledi. Sistemin tamamen dışına itilmiş, devletin kurallarından bağımsız yaşayan gecekondu bölgesini sistemin içine çekebildiğini söylerken bir yanda da bu insanların aslında ne kadar özgür olduklarından bahsetti ve bana Gündüz Vassaf'ın "Cehennem'e övgü" deki söylemlerini anımsattı. Yasalar ya da toplumsal kurallar -superego- ne kadar varsa o derece özgürlüğümüz kısıtlanıyor...Gündüz mesela, bin türlü kurala uymak zorundayız, belli saatlerde kalıkıp, işe/okula gider hatta yemeğimizi bize belli saatlerde yeriz. O yüzden gece özgürlük'tür der G. Vassaf...

D. Rumsfeld Irak işgali sırasında, Bildiğini bilmek, bilmediğini bilmek ve bilmediğini bilmemek'le ilgili bir felsefe yapmış, Zizek de Bilinen bilinmeyenler'den bahsetti. Bildiğini bilmemek... aslında içten içe, bir yerlerde doğruyu biliyorum -bkz. bilindışı- ama henüz farkında değilim.

9 Kasım 2007 Cuma

Ne istediğimi bilmiyorum ama neyi istemediğimi biliyorum!

31 Ekim 2007 Çarşamba

Bir rüya ve analizi

Zaman makinası....

Benim olmayan bir evin bir köşesinde, bir yanı açık bir kutuya benzer bir yer ya da alet var. Önce sanki bir insanın içine sığabileceği kadarken ben yanına gidince küçülüyor, içine sığamıyorum... Ne olduğunu bilerek, yavaş yavaş yaklaşıyorum. Seni geçmişe götüren bir şey’miş. Şey diyorum çünkü makine gibi değil, sanki daha ruhani bir havası var gibi. İçine sığamayınca ellerimi uzatıyorum içine doğru, sanki bütün ben’i içine alacakmış ya da görüp geçmişe gönderebilecekmiş gibi. Önce hiç bir şey olmuyor. İçeride bir iki insan daha var, tanımıyorum... Bekle diyorlar. Ya sadece ellerim giderse diye korkuyorum. Olabilir diyorlar... Ve gerçekten sadece ellerim gidiyor, öylece ellerimsiz kalakalıyorum....

Bundan sonrası çok daha güzeldi... Bir otel gibi bir yerdeyim. Her biri aynı amaçla gelmiş bir sürü insan var içeride ve her birinin odasında geçmişe döndüren o ruhani şey’den mevcut. Benim de bir odam var, bir türlü beceremiyorum onu kullanmayı, araya sürekli bir şeyler giriyor. Bir ara hayal meyal içine girmeyi başarıp gittiğimi hatırlar gibiyim ama emin de olamıyorum. O kadar çok istiyorum ve çırpınıyorum ki... Elime bir broşür ya da kullanma kılavuzu gibi bir şey geçiyor. Ders notları gibi, kalemle ve çok özensiz yazılmış. Üzerinde çeşitli yıllar ve olaylar var. Karar veremiyorum hangisine, hangi yıla gideceğime, sanki herhangi birine bile gitmeyi başarabilmişim gibi... Sonra birilerine sorular soruyorum. Mesela nerede belireceğim o yıla gidince ya da o olaya. Ya denizin ortasında belirirsem diyorum, en korktuğum şeydir, ucu bucağı görünmeyen denizin ortasında yapayalnız kalmak.. Başıma gelmedi de değil hani...Yok olmaz öyle şey diyorlar. Sanki kendi içinde bir mantığı varmış gibi. Yıllara bakıyorum genelde 2002, 1999, 1992 gibi seneler. Hani 70’ler ya da 1800’ler ya da daha da eskiler yok, ya da benim ilgimi çekmiyor gibi sanki. Olaylar da var, 99 depremi var mesela. Hani böyle anlatınca karanlık geliyor ama hissettirdiği çok güzeldi nedense. Gidemesem bile gidebileceğim duygusu müthişti. Diğer insanlar gidip geliyordu mesela sürekli. Onlara nasıl dönüleceğini sordum. Bir çıkış var, hemen farkedersin zaten dediler. Bir de gidebilseydim...

Analiz:

O kadar basit ki.... hayatımda başıma gelen herşeyden kendimi öyle sorumlu tutuyorum ki bunun ağırlığı altında eziliyorum ve zaman zaman geçmişe dönüp olanları değiştirmek istiyorum. Aslında bir parçam olanların tamamen benim kontrolümde olmadığını da biliyor –deprem yılına dönmek istiyor olmam mesela- ama yine de onları bile değiştirmek istiyor gibiyim. Hiçbirşeyi olduğu gibi kabul edemiyor ve herşeye müdahele edip kontrolüm altına almak istiyorum.

29 Ekim 2007 Pazartesi

The Princess and The Warrior

Tom Tykwer'in hayattaki kacislarla bir derdi var sanirim. Bu film bana yine Tyker'in baska bir filmi olan "Heaven"'i animsatti. Yine baska bir Tykwer filmi "Run Lola Run"da da bir kacma-kovalama durumu soz konusu idi. Filmlerin bir ortak yani da insanlarin bir sekilde gecmislerini arkalarinda birakip hayatta yeni baslangiclar yapabilmeleri ya da en azindan yapmak istemeleri. The Princess and the Warrior agir tempolu yer yer sikici olmasina ragmen muthis bir final oncesi sahnesi var ve bu sahne kelimenin tam manasiyla gecmisini arkada birakma'yi anlatiyor. Karisinin olumunden kendini sorumlu tutan Bodo, hep bu gerçeklikle surdurmek zorunda hayatini ve filmin sonunda karisinin oldugu benzin istasyonuna gidiyor, orada olaylari bir kez daha yasiyor ve kendiyle, sucluluk duygusuyla yuzlesiyor. Arabaya binip oradan ayrilacakken 1 adet daha Bodo biniyor arabaya. Biri sucluluk duygusuyla gecmiste yasayan, digeri bundan kurtulmus olan Bodo. Araba 2 Bodoyla bir muddet gittikten sonra, gecmisinden siyrilan Bodo digerini indiriyor yolun ortasinda, orada birakiyor ve yoluna devam ediyor. Iste gecmisini ardinda birakip yoluna devam edebilme durumu ancak bu kadar guzel sembolize edilebilirdi.

Filmin bana hissettirdigi bir duygu da sanki yer yer postmodern, kara bir masal -kara masal ne demekse, ben uydurdum oldu:)- izliyor oldugumdu. Ornegin Sissi, Pamuk prenses misali sanki kendini hastanedeki hastalara adamis, hastalar da cuceler misali - ki cuceler de hastalar da gercek dunyadaki "normal" tabir ettigimiz insanlardan farklilar- pamuk prenseslerini paylasamiyorlar. Prenses onlari ne kadar sevse de aslinda sonunda gitmek istedigini, aslinda hayati icin istedigi bambaska seyler oldugunu farkinda. Bir baska masal sahnesi ise Kulkedisinin ayakkabisini dusurmesi misali, Bodo'nun da dugmesini Sissi'de birakiyor olusu. Sissi Onu tam olarak bu sekilde bulmasa bile, Bodonun kopuk dugmeli ceketini buldugunda, gercek "O"nu bulduguna olan inanci percinleniyor. Aslinda zaten filmin ismi bile bir masal, mitolojik ya da fantastik bir oyku anlatacakmis gibi durmuyor mu? Masallar her ne kadar masal olsalar da insan eliyle yaratilmislardir ve gercek hayatin bir alegorisidirler belki de... Hayat her ne kadar bas etmesi cok zor zamanlarla dolu olsa da bazen, yasananlari gecmiste birakip yola devam edebilmenin her zaman mumkun olabildigi, bunun yalnizca masallarda olmadigi hissi birakiyor insanda bu film. Belki de oyledir... oyle olmali...
The Night Listener - 3 Şubat 2007

“Real isn’t how you’re made, it’s the thing that happens to you”

Margery Williams’ın hikayesi soyle devam ediyor, oyucak at ve tavşan konusuyorlar. Tavsan at’a soruyor:
- gercek olmak nasıl bir sey?
Gerçek olmak nasil yapıldigın degil sana olan bir şeydir. Bir cocuk seni cok cok uzun zaman severse, ama sadece oynamak icin degil, gercekten severse bu seni gercek yapar.


Film bu dizelerle sonlanıyor. Gerçek aslında nedir, ya da gerçek olanın sana ifade ettiği nedir’i sorgulayan film bunun için Margery Williams’ın ünlü hikayesi The Velveteen Rabbit’i seçmiş. Aslında çok da güzel olmuş. Güzel olmayan ne yazık ki filmin kendisi. Buna birazdan geleceğim ama önce filmin bu hikaye üzerinden anlatmak istediklerine dair söyleyeceklerim var. Kahramanımız - Robin Williams ve ben kendisinden R. olarak bahsedeceğim- bir radyo programcısı, bir şekilde Pete adli çok genç ve yetenekli bir yazarla tanışıyor. Ancak iletisimleri telefon konuşmalarından öteye geçmiyor önceleri. Bu telefon konuşmaları boyunca, Pete'in anne ve babası tarafından çocuk pornosu filmleri için kullanıldığını ve bu olayın sonucunda da AIDS hastalığı kaptığını ve Donna adlı manevi annesiyle yaşadığını öğreniyoruz. Günlerinin çoğunu hastanede geçiriyor ve fazla vakti de kalmamış. R. giderek bu fazlaca dramatik hikayeden şüphelenmeye başlıyor ve aileyi görmeye gidiyor. Sonrasında ise -çok kolayca tahmin edileceği üzere- aslında böyle bir gencin olmadığı tüm bunların bir çeşit psikolojik hastalığı olan Donna tarafından uydurulduğunu anlıyoruz. Ancak kahramanımız çocuğa öyle bağlanıyor ki bu durumu bir türlü kabullenmek istemiyor. Hatta filmin bir yerinde nasıl olup da hiç var olmayan birinin eksikliğini hissettiğine çok şaşırdığından bahsediyor. Filmin beni ilgilendiren belki de tek etkileyen yanı da tam burada başlıyor aslında. Gerçek nadir? Gerçekte var olan ile olmayanın farkı nedir ya da hayatımız nasıl etkiler. Bir nevi gerçek ve hakikat’in farkını anlatıyor aslında. R. film boyunca Pete yerine Donna ile konuşuyor sonunda Pete diye birinin var olmaması R. ile Pete’in konuştuğu gerçeğini ya da bu konuşmaların R.’ye hissettirdiklerini değiştirmiyor. Gerçek olan onların konuşması ve konuştukları şey’di hakikatte ise Pete diye biri yoktu ve Pete’in aslında var olmaması “gerçek”I değiştirmiyor. Bunu da sondaki The Velveteen Rabbit öyküsünden alınan dizelerle pekiştirmesi oldukça şık olmuş.

Film’e gelince vasat’ın da altında bir gerilim-mystery olmaya çalışmış ama başaramamış. Gece vakti ıssız yerde kaçan bir adam’a fona uygun bir müzik koyarak gerilim sahnesi yapılmıyor malesef. Bu bir yemeğe gerekli tüm malzemeleri koyup yine de neden lezzetsiz olduğunu sorgulamaya benziyor. Teknik başarısızlığının yanında karakterlerine derinlik de katamamış bir film.

Sonuç olarak olmamış. Daha iyileri için

The Color of night, Mysterious Skin, Secret window, hide and seek
Hatta en iyisi için; The Usual Suspects