Irvin Yalom, Nietzsche Ağladığında adlı kitabında Joseph Breuer ve Freud ile ilgili şöyle bir öykü anlatır. J. Breuer bir yandan psikanaliz’i henüz keşfettiğinin farkında olmadan üzerinde çalışmalar yaparken bir yandan da karısı ve yedi çocuğuyla mutsuz bir hayatın içindedir. Daha sonraki yıllarda literatüre de geçecek olan meşhur hastası Anna O. ile çalışmaktadır. Anna O.’yu bir müddet tedavi etmiş ancak kadın Joseph Breuer’e aşık olduğunu itiraf edip hatta Ondan bir de çocuk istediğini söylemeye kalkışınca Breuer paniklemiş ve hastasını başka bir hastaneye göndermiştir. Bu arada kendisi de Anna O.’ya aşık olduğunu düşünmekte ve zaten mutsuz bir evliliğin içinde olduğundan Anna O.’yu aklından çıkartamamaktadır. Bir gün artık dayanamz ve bir karar verir. Çok uzun zaman düşünmüştür bunun için, karısını, yaşadığı şehri, mesleğini yani tüm hayatını bırakıp Anna O.’yu bulmaya karar verir. Eşyalarını toplar, evle vedalaşır, çantasını alır ve çıkar. Anna O.’yu bulur, bir hastanenin bahçesinde O’nu yeni doktoruyla konuşurken görür ve onları duyabileceği uzaklıktan dinlemeye ve gözlemeye başlar. Anna O. yeni doktoruna da tıpkı Breuer’e söylediği şekilde, Ona da aşık olduğunu ve hatta çocuk istediğini söylemektedir. Bruer onları bir müddet izledikten sonra birden herşeyi çok net bir şekilde anlamaya başlar. Anna O. aslında kendisine aşık falan değildir, sadece hastadır ve kendisiyle ilgilenen her doktora aynı tepkiyi vermektedir. O anda Breuer de, aslında Anna O.ya aşık olmadığını görür. Artık iş işten geçmiştir. Tüm hayatını, evini, işini terketmiştir. İnanılmaz bir hayalkırıklığı içinde ne yapacağını düşünürken birden birinin “Joseph” diye seslendiğini duyar. Gözlerini açtığında öğrencisi Freud karşısındadır, ve evinin çalışma odasında hipnozdan yeni uyanmış olduğunu fark eder. Büyük bir sevinçle karısına koşar, tüm bunların gerçek olmadığına şükreder.
İşte hayat böyle değil ne yazık ki! Gerçek hayatta verdiğin kararların sonrasında seni neyin beklediğini yaşayıp, görüp bundan memnun kalmayınca geri dönme şansın olmuyor. Aslında düşünüyorum da olsa daha mı iyi olurdu, hayır tabii ki olmazdı. O zaman hayat bu şekilde olmazdı zaten, yaşadığımız duygular, hislerimiz, dünyaya bakışımız, dünya üzerine kurduğumuz bu sistem bambaşka olurdu. Ben acaba ister miydim bunu, hayatımın son bir kaç? zamanının bir hipnozdan ibaret olduğunu öğrensem ne yapardım acaba? Yine aynı kararları alır mıydım? İşte fantazi ve gerçek dünya arasındaki fark bu sanırım. Sihirli değnek misali. Hatta matrix misali, insanlığın en mutlu olacağı şekilde kurulan düzeneğin işe yaramaması gibi. O rahatsızlığı, huzursuzluğu yaşamadan o yoldan geçmeden istediğin şeyin olmasının ne anlamı kalıyor ki! Frodo o zorlu yollardan geçmeden bir kuş O’nu alıp doğrudan Mordor’a götürse ve yüzüğü orada pat diye atıverse ne anlamı kalırdı herşeyin. O anlayabilir miydi ki yaptığın şeyin anlamını ya da kendine kattıklarını ya da büyüdüğünü. Herbirimizin büyüme öyküsü farklı işte, sonunda geldiği yer ise aynı. O sona ulaştığında herşey bitiyor mu, hayır yeni bir öykü için kollarını sıvıyor hayat ve üzerimize bırakıveriyor...
İçimden yaşamamı sağlayan herşeyiN çıkarıp alındığı cansız bir çizgi film karakteriymişim...
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder