11 Ekim 2018 Perşembe
Alice doesn't live here anymore
Eğer yaşanacak bir hayatın olmayacaksa onu istemenin manası da var mı ? ... şu ve ya bu sebepler yüzünden hayatı yaşayamadığını, o hayatın elinden alındığını, kayıp gittiğini hissediyorsun, peki madalyonun öbür tarafından bakalım... eğer yaşanacak bir hayat zaten yoksa... ?
İnsanlar hep yol ayrımında zor olanı seçtiklerini düşünür, kimse kolay yolu seçtiğine inanmaz. Bana sorarasanız kolay yol zaten yoktur, iki tane zor yol vardır, sonuçta hangisi size daha zor olanı yaptığınıza inandırıp kendinizi iyi hissetmenize neden olacaksa zaten o yol sizi seçmiş demektir.
Benim önümdeki yollar da hep ikiye ayrıldı, çoğu zaman hiç düşünmeden seçtim, bazen çok düşündüm seçemedim geri döndüm, bazen o yol ayrımında çok bekledim... bazen hiçbir zaman hiç bir şeyin yaşanmadığını, var olmadığını benim milyonlarca yıldır o yol ayrımında beklediğimi düşünürüm. Kendimin, ve herkesin...
Bugüne kadar yaşadıklarımın bir anlamı olduğunu hiç düşünmedim, şu yaşıma kadar yaşadığım herhangi bir şeyin... Bir gün o anlamı bulursam yine tüm bu anlamsızlığın devam etmesini isteyeceğim elbet, çünkü o anlamsızlığın beni ben yapan şey olduğuna sadece inanmıyorum, artık biliyorum. Ama o anlamı bulacak olursam, onunla da yapacaklarımız var elbet...o bildiğim anlamıyla anlam olmaktan çıkıp, anlam ve anlamsızlığın iç içe geçtiği bir tür hakikat arayışına evrilecek, zira hakikatin kendisi olabilmesi için önce onu arayabilmeye muktedir ve hazır bir özne olmak gerek...
Eskiden özgürleşmenin hayatta her istediğini yapabilmek ya da buna cesaret edebilmek olduğunu zannederdim...özgürleşmek aslında hiç çabalamadan her istediğinin olması haliymiş... ya da belki de hiç bir şeye sahip olmak istemiyor olma haliymiş özgürlük... ve bir şeyleri ona ihtiyacın olduğu için değil tam da ihtiyacın olmadığı için istiyor olma haliymiş.
velhasıl, Alice artık burada yaşamıyor, onun yolculuğu burada sonlanıyor gibi duruyor, yalnızca elindeki o tahta bavul ardında bıraktıklarıyla biraz daha hafifledi...elbette bu ne bir son ne bir başlangıç, başka bir katmanda, başka bir olma hali, sadece daha hafif adımlarla...
...
6 Eylül 2018 Perşembe
Huzur Artık Burada Oturmuyor
Odamın içine baktım, dünya benim için bazen o kadar genişliyor ki, sınırları dışına çıkıp taşıyor bile hatta... hiç gidemeyeceğimi bildiğim için uzay boşluğunu pek düşünmüyorum ama. Bazen de her şey öyle küçülüyor, daralıyor ki ben odamın hatta bazen yatağımın bazen de sadece kendi bedenimin içine sıkışıp kalıyorum....bilmediğim o hangi yanımla karşılaşırım diye korkuyorum acaba ?
Saate yine baktım, sonuçta kaç olduğunu merak ediyorum. Bu benim her şeyi kontrol etme isteğimin tezahürlerinden biri işte.. yine unuttum, saatin kaç olduğunu... Kafamın içinde kaybolmuş durumdayım. Sonsuz arzular şelalesi ve sıradanlığın güvenli sınırları arasında, muhtemelen her iki tarafında da değilim. Elimi birinde uzattığımda dönüp arkama bakmak istemiyorum. Çünkü mitolojiden de çok iyi bildiğimiz üzere arkana dönüp baktığın anda her ikisini de kaybedersin.
Zamana bırakırısn hep de, başka çare olmadığından mı ?.. zaman var mı hakatten ? saat kaç oldu acaba ?
30 Aralık 2015 Çarşamba
Trenli Bir Hikaye 12 (Summer in Winter) (THE END)
En sevdiği yerdeydi, denizin altında ve pembe kumların yakınında... ve bir karaltı.
Aslında belki de bazen hep oradadır, hep yakında ama görmek için anlamak gerekir, görmek için doğru zamanda bakmak gerekir...kimsenin suçu ya da eksikliği değildir bu, olması gereken neyse kendi zamanında olur...
o pembe yazın kış'ın geleceğini kim bilebilirdi!
Sıcağın aslında soğuktan doğacağını ya da... ironiyi hep sevdim.
Teşekkürler.
THE END
2 Mayıs 2014 Cuma
1 Mayıs bu yıl...
17 Ekim 2013 Perşembe
Nazende Sevdiğim Yadıma Düştün
8 Temmuz 2013 Pazartesi
21 Mart 2013 Perşembe
siz hiç yeni hayalkırıklıklarına ihtiyaç duydunuz mu?
27 Ocak 2013 Pazar
2013: 'Ben sana söylemiştim!'
...oldu işte olan şimdi, hadi bekliyorum ben sana demiştimciler, nerdesiniz? ...saldırın...bak sizi dinleseydim bütün bunlar başıma da gelmezdi di mi?
24 Haziran 2012 Pazar
The City
New places you shall never find, you'll not find other seas. The city still shall follow you. You'll wander still in the same streets, you'll roam in the same neighborhoods, in these same houses you'll turn gray. You'll always arrive at this same city. Don't hope for somewhere else; no ship for you exists, no road exists. Just as you've ruined your life here, in this small corner of earth, you've wrecked it now the whole world through.
Kavafis
16 Haziran 2012 Cumartesi
Trenli bir hikaye 11 (l'estate-1)
29 Mayıs 2012 Salı
Trenli Bir Hikaye 10 (PRIMAVERA)
24 Şubat 2012 Cuma
Trenli bir bok
13 Şubat 2012 Pazartesi
6 Şubat 2012 Pazartesi
Trenli Bir Hikaye 9 (The Winter)
27 Ocak 2012 Cuma
11 Aralık 2011 Pazar
The Fall itself !
6 Aralık 2011 Salı
Trenli Bir Hikaye 8 (The Fall Part)
Ağaçlıklı patikanın sonunda ne olduğu aşağı yukarı belliydi; geri dönmek arada aklını kurcalasa da kapı'dan diğer yöne geçmeyi hiç mi hiç düşünmüyordu artık..evet müzik onu çağırıyordu. O yöne doğru biraz yürüyünce, müziğin turuncu çitlleri olan, kocaman bahçeli ama küçücük bir evden geldiğini anladı. Bahçenin içinde tavukları gördü önce, sonra rengarenk çiçekler, en çok da lavanta vardı, beyaz ve mor ağırlıklı...içeri girdi, az ileride arkası dönük olan genç adam ona doğru dödü ve..., tanımıştı onu...bir kaç gün önce evine gelen Toprak değil miydi? "Hey Toprak, nasılsın" dedi. Karşısındaki genç adam muzip bir şekilde gülümseyerek, "hayır, ben Toprak değilim" diye cevap verdi, "Çınar'ım ben, Toprağın ikiz kardeşi"...
...bu sırada içeriden Toprak geldi, "hadi" dedi, "gel, sana herşeyi anlatacağım şimdi, ama bunu herkese yapmam, o yüzden kulağını, gözünü iyice aç ve beni dinle, fazla vaktim de yok, çok ama çok yoğun ve önemli bir insanım ben"
"Burada sen ne istersen o olur, istemediğin hiçbir şey olmaz. Etrafında gördüğün bu evler, dağlar, okyanus, ağaçlar, hayvanlar, bitkiler, hepsi sen istediğin için ve senin istediğin şekilde buradalar, hatta ben bile...şu an nerede olduğunu ve tüm bunların neden kaynaklandığını anlayamıyorsun, biliyorum ama dediğim gibi, herşey senin elinde, istersen dönüp kapı'dan çıkıp gidebilirsin de... ama görüyorum ki gitmemişsin ve hatta burayı keşfetmeye devam ediyorsun, beni bile buldun! kimim ben, sana birini hatırlatıyor muyum?"
...Bir anda patika yolda buldu kendini, yalnızdı...neden? Toprak neredeydi? neyse diye düşündü, madem yoldayım, yürüyeceğim, geri dönmek olmaz...arkasına bile bakmadı...hem burada garip olaylara da alışmıştı artık... ama Toprak kimdi? çok tanıdık biri gibiydi ama onu hayatında ilk kez burada gördüğüne ama diğer yandan çok uzun zamandır da tanıdığına aynı anda yemin edebilirdi...istediği an istediği yerde olabilirdi, ama yürümeye devam etmek istiyordu... Toprağı istediği an tekrar görebileceğini çok iyi biliyordu.
...yürüyordu hala. Biraz ileride minik minik beyaz çiçekler gördü, havada uçuşuyorlardı, hayır gökyüzünden düşüyorlardı...biraz daha yaklaştı, hava soğudu...küçük beyaz çiçekler kar tanelerine dönüştü...etrafına baktı, heryer bembeyaz olmuştu! gökyüzüne baktı, gözlerini kapadı: "kış gelmiş olmalı" diye düşündü...
2 Aralık 2011 Cuma
15 Kasım 2011 Salı
Melancholia; the blue planet
9 Kasım 2011 Çarşamba
Oh, this political correctness is killing me!
Okudum sonra. belki de, dedi "henüz hazır değildir" hazır olana kadar beklerim dedim, yorgundur belki...
yaz geçti, bahar geçti, sonbahar bile geçti, ama kış geçmedi.
...yazdım, gözlerim buğulandı çok, göremedim, yılmadım. sildim, yine yazdım.
yine yazdım. yanımdan yürüdü, üzüldüm, elini tutamadım, ellerim acıdı... deniz canımı yaktı, çam ağaçları falan. bitsin istedim. bitmesin istedim.
7 Kasım 2011 Pazartesi
Trenli bir hikaye 7
...keşke karşıma Freud çıkaydı şimdi dedi, tam ihtiyacım olan adam...
5 Ekim 2011 Çarşamba
Trenli Bir Hikaye 6
Sabah uyandığında, gördüğü kabusu hatırladı; herşey çok gerçekti, sanki burası rüya, rüyası gerçek hayattı....uyanmak güzeldi o yüzden.
Kahvaltı hazırlamak için, sahile bakan arka bahçesinden biraz muz, bahçeden biraz kahve, kümesten bir kaç yumurta aldı ama hala bir şeyler eksikti...
Trenli Bir Hikaye 5
...yolda yürüyorum, hava çok soğuk, herşey soğuk, burnum akıyor soğuktan, elimi burnuma götürüyorum, hayır burnum kanıyor, çok kanıyor...eve gidiyorum, dinmiyor, kan bulaşan ellerime bakıyorum, kan ölüm müydü, can mı, hatırlayamıyorum....burnum hala kanıyor, ama ben neden hiçbiryerde kan göremiyorum...kağıtlardan şekil yapar gibi kesmişler bizi, arka arkaya bir sürü ben, biz...uzaktan portakal bahçelerine benziyor, güneş ısıtmış gibi, gülümsüyor herkes, tam bitti derken, yanında bitiyor, ellerindesin artık, NO WAY OUT...buradan çıkış yok diyor.
27 Eylül 2011 Salı
Trenli Bir Hikaye 4
Bir an, sanki arkasına dönüp gidebilir ve o kapıdan geri çıkabilirmiş gibi gelmişti...çok yanılmıştı, hep yanılmaktan başka ne yapmıştı ki bu hayatta zaten...yazmak bir işe yaramıyor, konuşmak hiç yaramıyor...
...burada biraz oturup dinlenmeye ihtiyacı vardı, zaman garipti biraz, geçip geçmediğini anlayamıyordu hala...
Uzakta birini gördü, şimdi yanındaydı:
- "kahve alabilir miyim biraz"? dedi.
- "efendim"? diyebildi...
- "kahve diyorum, bir de biraz keçi sütü istiyorum, peynirim bitmiş, biraz peynir yapacağım"...
...bir yandan neler olduğuyla ilgili hiçbir fikri yokken, bir yandan da sanki bir yerlerde herşeyi biliyor ve anlıyor gibiydi. Bahçesinde kahve ağaçları olan evine girdi, evet onun evi ve onun bahçesiydi orası...nereden bildiğini bilmiyordu, ama biliyordu... mutfakta taze kahve çekirdekleri olan bir kavanoz vardı, onları yeni toplayıp, kuruttuğunu ve sonra kavanoza koyduğunu o kadar net hatırlıyordu ki! ve daha bu sabah keçileri sağıp, sütü dolaba koymuştu. Limon biraz hasta gibiydi sabah, gidip tekrar bir bakmalıım diye düşündü...Limon, keçisinin adıydı! ...kahveyi ve sütü Toprak'a verdi, evet Topraktı az önce yanına gelen çocuğun adı...
-"Ben de sana gelirken ceviz getirmiştim, biraz da kakao, öyle bakma yüzüme, kek yapmak için eksikleri yazmıştın ya sabah meydandaki ağaca"... dedi.
...Cep telefonu çaldı yine, arkadaşı arıyordu bu sefer, "İtalya'da olduğumu biliyorlar, ne diye arayıp duruyorlar" diye düşündü, bir zaman evvel annesi de aramıştı...çekmiyordu herhalde telefonlar burada...bir an şu aralar tek anormal olan telefonların çekmemesi sanki diye düşünüp güldü...
Bir anda kendini evin içinde ve mavi puantiyeli pijamasını giymiş şekilde buldu. Elinde dünyanın en güzel, yumuşak ama aynı zamanda kahve tadı yoğun, içinde bol yağlı kreması ve ne çok kaynar, ne ılık kahvesiyle, evin arka tarafında bir deniz kıyısına bakan ve her tarafı camdan evinde... öyle duruyordu işte...güneş batmak üzereydi ve ev sanki denizin içindeydi...Yoğun, aarı bir ışık vardı evin içinde, denizin ortasında sarı bir ateş topu gibi...Muhteşemdi bu kahvenin tadı, İtalyadaydı ne de olsa, herhalde o yüzden bu kadar güzel diye düşündü...
"...bazen böyle evde tek başıma sıkılmış, dalmış dururken, kapını kilidi dönerdi...sen gelirdin...kapının kilit sesi geliyor hala...heryeri camdan evimizde, yağmur yağardı ya üzerimize, ben kuzeyde üşüyüp uyurken sen güneşli sahilde bilgisayar oynardın. ben arada uyanıp, kıyıdan kıyıdan güneşli sahile gelirdim. "
Yatağına gitti, o kadar yorgun ve mutluydu ki, çok saçma deyip gülebildi sadece... kimbilir kaç saattir yürüyordu. Sıcacık yatağına girip, gözlerini kapadı, yağmur yağıyordu, camdan evinin üzerine... yağmurun sesini duydu, duydu, duydu...yağmur yağdığında üzülmediği ilk andı galiba bu. Kuzeyden, güneyden, doğudan ya da batıdan, kimseyi beklemiyordu, sonra bir an zaten eskiden beklediklerini de unuttu, sonra neyi unuttuğunu da unuttu, unuttu...unuttu...uyudu.
17 Eylül 2011 Cumartesi
Trenli bir Hikaye 3
...işin komik tarafı ise onların aklındaki 'sen' imajını da aslında senin yaratmış olmandır ve tüm bu dolaylı yollardan geçerek kendini bulmuş olursun, halbuki aslında bulamayarak...zira tehlikelidir o yollar; ne ‘kapı’ vardır orada ne de ‘anahtar’...
13 Eylül 2011 Salı
Trenli bir Hikaye 2
9 Eylül 2011 Cuma
Trenli bir Hikaye 1
Sanırım size aslında herşeyin nasıl başladığını anlatmanın vakti geldi. Anlatacağım hikayeyle pek ilgisi yok ama farkında olmadan koyduğum o noktanın izinden gideceğim, belki, belki de fikrimi değiştiririm, kim bilir.
Neyse konumuz bu değildi, galiba konumuz hiç bu olmadı ya...
Herşey bir tren yolculuğuyla başladı, ama herşey...bunun bir başlangıç olduğunu aklınızda tutmanızı istiyorum; böylelikle hikayemin sonuna geldiğimde ne demek istediğimi çok iyi anlayacaksınız...ve söz veriyorum bu sefer mümkün olduğunca anlaşılır ve anlayışlı olacağım.
Bu gece sonunu getiremesem de bu hikayeyi anlatmaya artık başlamam gerektiğini hissediyorum; ve bu hikaye aslında herşeyin sonu ve başlangıcı aynı zamanda.
Her sabah aynı saatte, aynı yerlerden geçerek aynı yere gidiyordu. Aynı evler, aynı ağaçlar, aynı sokak köpekleri…dün aynı sokak köpeğini gördüğünde düşündüğü şeyi o sokak köpeğini bugün gördüğünde de düşünmüştü. Aynı sokak kıvrımı, aynı balkon, aynı inşaat…evin sokak kapısına gelene kadar kendini tutabilemeyi başarıp…neyse işte, hep aynı mavi anahtarıyla aynı kapıyı açıyordu, her gün, neredeyse aynı saatte...mavi yerine kırmızı bir anahtar yaptırmayı düşünmemiş değildi, ama renkler önemlidir, renkleri seçeriz, birşeylerin başımıza geldiği yalan, herşey seçimlerimiz sonucu olur, ve sonra da onları kendi gerçekliğimiz yaparız.
Olmuş olana çare yoktur
Olacak olanın olma ihtimali hep vardır
Olmakta olanı görememek ise sadece bir dramdır.
Olmuş olan, olmakta olan ve olacak olan hep linear bir çizgide mi ilerlerdi? Herşey bir arada olabilir miydi peki? Ve bizi ayakta tutan hep olacak olanın olma ihtimali miydi? Asıl meselenin olmakta olan olduğu neden kimsenin aklına gelmiyordu; ne düşünüyordun acaba bunu yazarken, diye düşündü, onun ne düşündüğünü bilebilmek sanki çok mümkünmüş gibi...
Dedim ya, herşey o trende başlayacaktı, öncesini bilebilmek mümkün bile değilken, şu anda bunları yazabildiğime şaşıyorum aslında...
Bunları düşünürken uyuyakalmıştı. Hava o kadar sıcaktı ki, havalandırmanın çalışmıyor olabileceğini düşündü, yanına su almamıştı. Tuvalete gitmesi gerekmesin diye su satın alma refleksi geliştirmediği için kızdı kendine. Kendine kızmak en iyi yaptığı şeydi zaten. Çok sıcak ya da çok soğuk olduğunda yaşamaktan nefret ederdi. Sanki yaşamın keyfini çıkarmanın ilk koşulu bu sıcak-soğuk dengesini sağlamaktan geçiyordu. Ve nem elbette. Nemden nefret ettiğini düşündü. Sonra da ne kadar çok şeyden nefret ettiğini düşündü…
Tren hala hızla ilerliyordu ve hala yemyeşildi herşey. En optimum mesafeden etrafı seyretmeye devam etti…ne çok uzak, ne çok yakın diye düşündü tekrar ve yine ve yeniden…uzaklaştıkça ne kadar mutlu olduğunu düşünüyordu, herşeyden uzaklaşmak, geride bırakmak. İçinde hissettiği nefret tüm iyi şeylerin önüne geçmeye başladığında bu kararı vermişti. Öylesine bir yerde bırakmıştı ki, aslında çok geç bir yerdi o, ya da tam zamanıydı... Bu kadar kızgınlık iyi değil diye düşünse de, ‘yola devam’ dedi. Yanındaki koltuktaki iki kadın ingilizce konuşuyorlardı, "heavenly ve earthly kelimelerini seçebildi sadece, hem trenin sesi hem de batılıların şu kısık sesle, sakince konuşma şekli yüzünden, yok aslında en önemlisi kendi kafasının içindeki gürültüden, ne dedikleri tam anlaşılmıyordu, Toskana bölgesi civarlarında olmalıydılar…4 Eylül 2011 Pazar
Nada
23 Ağustos 2011 Salı
Eternal Sunshine of The Spotless Mind
18 Ağustos 2011 Perşembe
a Scarecrow in the cornfield
3 Ağustos 2011 Çarşamba
Friendship
25 Temmuz 2011 Pazartesi
Kökler
29 Haziran 2011 Çarşamba
smell
10 Haziran 2011 Cuma
I know what's going on here Mr.
8 Haziran 2011 Çarşamba
may I?
6 Şubat 2011 Pazar
1 Nisan 2010 Perşembe
in love with ice-cream (in machine)
Tam vakti diye düşündüm ya da aslında "evet, vakti gelmişti" diye...
Sonra cüzdanımdaki bozuk paralara gitti aklım, çıkışmayacağına çok emindim...
O da tamamdı, şaşırmaya başladığımda, bu sefer orada olmayacağından emindim, mevsimi değildi bir kere...
Hem benim istediğim öyle sıradan bir tat değildi ki...
oradaydı....çok kolay olmuştu, herşey fazla kolay!
sonra birbirimize ısınamayacağımızı düşündüm ki, düşündüğümden korktum. sevmeden önce, sevemeyeceğimden korktum...
sonra...aslında sonra ne olduğu çok da önemli değildi..
sonra ne olduğunu ben de bilmiyordum...
4 Şubat 2010 Perşembe
Mavi kazağımı bulamıyorum
"dua etti benim için, günahı göremediğimi sanıyordu, benim de diz çöküp dua etmemi istedi, çünkü günahı kelimeler olarak görenlerin gözünde kurtuluş da kelimelerdir yalnızca"- William Faulkner, 1932.
19 Ekim 2009 Pazartesi
http://listen.grooveshark.com/#/song/My_Little_Runaway/7692006
(şimdi)...büyümek kaç yıl sürerdi? büyüyünce herşeyin doğrusunu bilebilir miydik? bu iyi mi kötü mü, anlayıp, yorumlamaya bile zaman yokken...bir varmış.. bir yokmuş...'ben'de kaç 'sen' var, kaç 'ben' yokmuş? ya da 'ben'de binlerce 'ben' varken hiç 'sen' yokmuş...
(şimdi'ye yakın) çok zaman geçti...(ben) ben içinde başka bir ben, kontrol edemediğim, ya da tüm kontrolü bıraktığım ben, küllerimden yeterince doğduğuma kanaat getirip yüzümü batı'ya çevirmişken, sen, ah zavallı sen...
(şimdi) Heloise'in tanrısı sana dünyevi zevkler bahşetmişken ben artık bu kadarının da fazla olduğunu düşünüyordum.
(tam şimdi) Doğu'nun henüz doğamadığı, ziyadesiyle batı'nın da henüz belirmediği o ucu bucağı görünmeyen yeşillikler arasında ve belki de ejderhalar ülkesindesin sen şimdi...ben olmayacak olanın rüyasında ve olmaması gerekenin gerçekliğinde...sen her seferinde başka bir bedene bürünüyorsun ama ben hep o aynı mavi masalı yaşıyorum..
(o zaman ve şimdi)...ben gittim.
29 Eylül 2009 Salı
SURETLER
17 Eylül 2009 Perşembe
11 Eylül 2009 Cuma
Dünyanın sonunun gelmesinden daha kötü tek şey hiç sonunun gelmemesi olurdu..
9 Eylül 2009 Çarşamba
24 Ağustos 2009 Pazartesi
Yol'a dair
Bir soru’n olmalı mutlaka. O soruyu sormalısın, kimsenin anlamadığı bir dilde konuşan ve hep aynı cümleyi tekrar eden bir derviş gibi döne döne aynı soruyu sormalısın. Cevap, başlangıçta tahmin ettiğinden ne kadar uzakta ise gerçeğe o kadar yakındır. Sarsılmamışsan, soru’nu kaybetmekten korkmuşsan, hiçbir yere gitmemişsindir aslında.
Düzenin bozulmalı. Evden çıkmak budur aslında. Yolculuk, bir düşmek ve kalkmak meselesidir. Eve yaralarla dönülmüyorsa hiç gidilmemiştir…
Sadece uzaklardan gelenler bilirler evlerinin kokusunu. Yollara, evlerimizi anlamak için çıkılır. Fakat yolda bulduğun cevaplar eve geldiğinde, yakalanmış kelebeğin renklerinin sönmesi gibi parça parça dağılır. Yola ait cümleler, yazıktır ki hep yolda kalır. Onlar, yolun cevaplarıdır. Döndüğünde anlatacağın hep biraz renksiz hikayedir. Cevaplar, suyun altında çok renkli görünen ama sudan çıkarıp kuruduğunda renkleri sönen çakıl taşları gibidir. Bu, sana böyle gelir. Oysa yeni çocukların yeni yollara çıkması için o çakıl taşlarını getirmek, sözün büyülü suyuyla yeniden ıslatmak, renklerini yeniden canlandırmak gerekir.
Göz doyar mı? Ne kadar görse, doyar? Bazı gözlerin ne görse öğüten bir bakışı vardır; doymaz kapanana kadar. Akıl kaç soruyu cevapladığında soru sormaz artık? Belki akıl, cevapladıkça çoğaltır soruları. Kaç yüz gördüğünde görmüş olursun bütün yüzleri? Kaç tanışma sona erdirir şaşırmayı? Göğüs ne zaman sonuna kadar dolmuş olur aldığı nefeslerden? Son nefesini verdiğinde mi?...
Bazısı insanların, durulmadan ölür. Kimisi yosun tutmaz hiç. Dünya ve insanlık, o insanların hayalleriyle iyileşir. " Ece Temelkuran
...ve kaç savaş geçirdiğinde öğrenirsin sonunda artık kazanmayı?..ya da bu her zaman bir kazanma/kaybetme meselesi olmak zorunda mıdır? Chomsky'nin dediği gibi bizi bu kadar mı inandırdılar artık hiçbirşeyi değiştiremeyeceğize?
11 Temmuz 2009 Cumartesi
4 Ocak 2009 Pazar
eğer hiçbir şey hissetmiyorsan, bir şey hissetmediğine nasıl üzülebiliyorsun?
Farelerle İnsanlar
Şükret fare
Bu kapana şükret
Yüzüme bakma öyle acı acı
Gözünü mü oydum
Derini mi yüzdüm
Hayanı mı burdum
Şişlemek elimdeydi
Gazlamak elimde
Diri diri yakmak elimde
Diri diri gömmek elimde
Elini kalbine koy da söyle
Karını mı astım
Kızını mı kestim
Yuvanı mı bozdum
Yooo fare
Olmaz fare
Şunun şurasında minnacık bir kapan bu
Ne tank
Ne top
Ne tayyare
Oktay Rıfat
13 Eylül 2008 Cumartesi
9 Temmuz 2008 Çarşamba
http://listen.grooveshark.com/#/search/songs/?query=ghinzu
26 Nisan 2008 Cumartesi
Bizi Nietzsche mi mahvetti?
25 Nisan 2008 Cuma
12 Nisan 2008 Cumartesi
21 Şubat 2008 Perşembe
bensenobizsizonlar...böyle!
Komik mi? hayır... hiçbirşey komik gelmiyor artık. Kelimeleriyle bu derece derin(!) olanların, sadece kendilerini değil başkalarını bile ifade etmeye cüret edebilenlerin gerçek dünyadaki yansımaları nasıl “böyle” olabiliyor, böyle işte, buna bir tanım bulamayacağım, yeryüzünde bulunduğunu da sanmıyorum.........bu hisle devam edemeyeceğimi gayet iyi biliyorum, ancak görmezden gelmeyi becerebilmek şu aşamada olanaklı görünmüyor. Bazen sorunun bende olduğunu düşünecek kadar bile ileri gidebiliyorum, kendimi bu kadar yüceltmemin de bir yararı dokunmayacığını içten içe bilerek...aslında suçu karşımdakilere atıp onları yüceltmeyi hiç istemiyorum, bu durumda suçun bende kalıp beni yüceltmesini tercih ederim....bazen içimdeki karanlığın –ona nefret ya da kızgınlık diyecek kadar dünyevileştirmek ya da maddi alemde ifade etmeye çalışmak istemiyorum, dilde karşılığını bulamıyorum ama bazen sadece cisimleştiriyorum - hangisinden kaynaklandığını bile bulamıyorum, gözünü kan bürümüş canavarlar gibi hiçbirşeyi göremiyorum o karanlıkta, ağlaya-bile-miyorum bile, bir gün ağlata-bile-ceğimi umarak...asıl uğraşmam gerekenin “bu” olduğunun tam da farkina vararak...kusamıyorum bile, içimde büyüttükçe büyütüyorum, sanki yeterince büyüyünce herşey ve herkes daha normal görünecek....
like a great black pit
and it's filled with people
who are filled with shit"
27 Ocak 2008 Pazar
Kaynak: Doğu Batı Dergisi yıl: 2 sayı:6/Cem Deveci
22 Ocak 2008 Salı
"Almost all of our sorrows spring out of our relations with other people" A. Schopenhauer
17 Ocak 2008 Perşembe
"How I remebered them, not necessarily the way they happened" Lost Highway--D. Lynch
İşte hayat böyle değil ne yazık ki! Gerçek hayatta verdiğin kararların sonrasında seni neyin beklediğini yaşayıp, görüp bundan memnun kalmayınca geri dönme şansın olmuyor. Aslında düşünüyorum da olsa daha mı iyi olurdu, hayır tabii ki olmazdı. O zaman hayat bu şekilde olmazdı zaten, yaşadığımız duygular, hislerimiz, dünyaya bakışımız, dünya üzerine kurduğumuz bu sistem bambaşka olurdu. Ben acaba ister miydim bunu, hayatımın son bir kaç? zamanının bir hipnozdan ibaret olduğunu öğrensem ne yapardım acaba? Yine aynı kararları alır mıydım? İşte fantazi ve gerçek dünya arasındaki fark bu sanırım. Sihirli değnek misali. Hatta matrix misali, insanlığın en mutlu olacağı şekilde kurulan düzeneğin işe yaramaması gibi. O rahatsızlığı, huzursuzluğu yaşamadan o yoldan geçmeden istediğin şeyin olmasının ne anlamı kalıyor ki! Frodo o zorlu yollardan geçmeden bir kuş O’nu alıp doğrudan Mordor’a götürse ve yüzüğü orada pat diye atıverse ne anlamı kalırdı herşeyin. O anlayabilir miydi ki yaptığın şeyin anlamını ya da kendine kattıklarını ya da büyüdüğünü. Herbirimizin büyüme öyküsü farklı işte, sonunda geldiği yer ise aynı. O sona ulaştığında herşey bitiyor mu, hayır yeni bir öykü için kollarını sıvıyor hayat ve üzerimize bırakıveriyor...
İçimden yaşamamı sağlayan herşeyiN çıkarıp alındığı cansız bir çizgi film karakteriymişim...
15 Ocak 2008 Salı
My Blueberry Nights
..ve diyorum ki,
“Listening loud music stops me from thinking”. Chungking Express – Wong Kar-Wai
8 Ocak 2008 Salı
CASHBACK/Sean Ellis
4 Ocak 2008 Cuma
Hep en son yaşadığı en ağırıymış gibi geliyor insana. öyle değil ama değil mi, geçiyor...
Üstelik kaç kez söyledik sana, uyardık ama dinlemeyen sensin. öyle ellerin cebinde "cool" yürümeyeceksin, dengeni sağlayamazsın bir kere eller cepte... dengeni sağlayamazsın, oradan buradan iterler de üstelik, hele bir de kar yağmışsa...
...kısa ve öz olmaktan da vazgeç artık, uzun ve ağır bir metin olmalısın... ah kim yetiştirdi seni, söylemediler mi sana bunları, hayatta nasıl olman gerektiğini öğretmediler mi?.. her boku öğretiyorlar ya...
.....
30 Aralık 2007 Pazar
my life without me
27 Aralık 2007 Perşembe
susuz kış
8 Aralık 2007 Cumartesi
16 Kasım 2007 Cuma
“ Milyonlarca yıldır çiçeklerin dikenleri var. Ve milyonlarca yıldır koyunlar çiçekleri yiyorlar. Çiçeklerin hiçbir işlerine yaramayan dikenleri neden büyüttüklerini anlamaya çalışmak gereksiz bir şey mi? Çiçekler ve koyunlar arasındaki savaş önemsiz mi? O kırmızı suratlı beyefendinin şemalarından daha ciddi ve daha önemli değil mi bunlar? Ve evrende başka hiçbir gezegende yetişmediğini bildiğim bir çiçeğim varsa ve küçük bir koyun onu bir sabah, ben fark etmeden, tek bir ısırıkta yok ederse, bu önemsiz bir şey midir? “
Yüzü kıpkırmızı olmuştu. Konuşmasını sürdürdü: “
Önemli olan nedir ki zaten. Önemli olduğuna inandığım için mi inanıyorum, inanmak istediğim için mi. En kötüsü de bu işte, inanmak istediğim için mi inanıyorum, buna ihtiyacım olduğu için mi, bir zavallı olduğum için mi? yoksa gerçekten doğru olduğunu bildiğim için mi? inandığım şeylerle kendi dünyamda herşeyi çözebileceğimi düşündüğüm için mi... kendimi ikna etmek için mi... böyle kaçıyoruz işte, hem de hepberaber... ama nereye kadar...
15 Kasım 2007 Perşembe
11 Kasım 2007 Pazar
6 Kasım 2007 tarihli konfreransına yer(!) bulabildim ancak... Nedense adam gelmeden 3-4 gün önce haberimiz olabildi, arayıp randevu almak içinse çok geçti. Neyse bunu yeterince tartışıp sinir oldum, daha fazla uzatmayacağım.
Çok şey anlattı ama benim izleyebildiğim, anlayabildiğim, aklımda kalan, en çok yer eden bir kaç şey var. Günümüz "sol"undan bahsetti mesela, en başarılı olanlardan birinin Chavez olduğunu söyledi. Sistemin tamamen dışına itilmiş, devletin kurallarından bağımsız yaşayan gecekondu bölgesini sistemin içine çekebildiğini söylerken bir yanda da bu insanların aslında ne kadar özgür olduklarından bahsetti ve bana Gündüz Vassaf'ın "Cehennem'e övgü" deki söylemlerini anımsattı. Yasalar ya da toplumsal kurallar -superego- ne kadar varsa o derece özgürlüğümüz kısıtlanıyor...Gündüz mesela, bin türlü kurala uymak zorundayız, belli saatlerde kalıkıp, işe/okula gider hatta yemeğimizi bize belli saatlerde yeriz. O yüzden gece özgürlük'tür der G. Vassaf...
D. Rumsfeld Irak işgali sırasında, Bildiğini bilmek, bilmediğini bilmek ve bilmediğini bilmemek'le ilgili bir felsefe yapmış, Zizek de Bilinen bilinmeyenler'den bahsetti. Bildiğini bilmemek... aslında içten içe, bir yerlerde doğruyu biliyorum -bkz. bilindışı- ama henüz farkında değilim.
9 Kasım 2007 Cuma
31 Ekim 2007 Çarşamba
Zaman makinası....
Benim olmayan bir evin bir köşesinde, bir yanı açık bir kutuya benzer bir yer ya da alet var. Önce sanki bir insanın içine sığabileceği kadarken ben yanına gidince küçülüyor, içine sığamıyorum... Ne olduğunu bilerek, yavaş yavaş yaklaşıyorum. Seni geçmişe götüren bir şey’miş. Şey diyorum çünkü makine gibi değil, sanki daha ruhani bir havası var gibi. İçine sığamayınca ellerimi uzatıyorum içine doğru, sanki bütün ben’i içine alacakmış ya da görüp geçmişe gönderebilecekmiş gibi. Önce hiç bir şey olmuyor. İçeride bir iki insan daha var, tanımıyorum... Bekle diyorlar. Ya sadece ellerim giderse diye korkuyorum. Olabilir diyorlar... Ve gerçekten sadece ellerim gidiyor, öylece ellerimsiz kalakalıyorum....
Bundan sonrası çok daha güzeldi... Bir otel gibi bir yerdeyim. Her biri aynı amaçla gelmiş bir sürü insan var içeride ve her birinin odasında geçmişe döndüren o ruhani şey’den mevcut. Benim de bir odam var, bir türlü beceremiyorum onu kullanmayı, araya sürekli bir şeyler giriyor. Bir ara hayal meyal içine girmeyi başarıp gittiğimi hatırlar gibiyim ama emin de olamıyorum. O kadar çok istiyorum ve çırpınıyorum ki... Elime bir broşür ya da kullanma kılavuzu gibi bir şey geçiyor. Ders notları gibi, kalemle ve çok özensiz yazılmış. Üzerinde çeşitli yıllar ve olaylar var. Karar veremiyorum hangisine, hangi yıla gideceğime, sanki herhangi birine bile gitmeyi başarabilmişim gibi... Sonra birilerine sorular soruyorum. Mesela nerede belireceğim o yıla gidince ya da o olaya. Ya denizin ortasında belirirsem diyorum, en korktuğum şeydir, ucu bucağı görünmeyen denizin ortasında yapayalnız kalmak.. Başıma gelmedi de değil hani...Yok olmaz öyle şey diyorlar. Sanki kendi içinde bir mantığı varmış gibi. Yıllara bakıyorum genelde 2002, 1999, 1992 gibi seneler. Hani 70’ler ya da 1800’ler ya da daha da eskiler yok, ya da benim ilgimi çekmiyor gibi sanki. Olaylar da var, 99 depremi var mesela. Hani böyle anlatınca karanlık geliyor ama hissettirdiği çok güzeldi nedense. Gidemesem bile gidebileceğim duygusu müthişti. Diğer insanlar gidip geliyordu mesela sürekli. Onlara nasıl dönüleceğini sordum. Bir çıkış var, hemen farkedersin zaten dediler. Bir de gidebilseydim...
Analiz:
O kadar basit ki.... hayatımda başıma gelen herşeyden kendimi öyle sorumlu tutuyorum ki bunun ağırlığı altında eziliyorum ve zaman zaman geçmişe dönüp olanları değiştirmek istiyorum. Aslında bir parçam olanların tamamen benim kontrolümde olmadığını da biliyor –deprem yılına dönmek istiyor olmam mesela- ama yine de onları bile değiştirmek istiyor gibiyim. Hiçbirşeyi olduğu gibi kabul edemiyor ve herşeye müdahele edip kontrolüm altına almak istiyorum.
29 Ekim 2007 Pazartesi
Tom Tykwer'in hayattaki kacislarla bir derdi var sanirim. Bu film bana yine Tyker'in baska bir filmi olan "Heaven"'i animsatti. Yine baska bir Tykwer filmi "Run Lola Run"da da bir kacma-kovalama durumu soz konusu idi. Filmlerin bir ortak yani da insanlarin bir sekilde gecmislerini arkalarinda birakip hayatta yeni baslangiclar yapabilmeleri ya da en azindan yapmak istemeleri. The Princess and the Warrior agir tempolu yer yer sikici olmasina ragmen muthis bir final oncesi sahnesi var ve bu sahne kelimenin tam manasiyla gecmisini arkada birakma'yi anlatiyor. Karisinin olumunden kendini sorumlu tutan Bodo, hep bu gerçeklikle surdurmek zorunda hayatini ve filmin sonunda karisinin oldugu benzin istasyonuna gidiyor, orada olaylari bir kez daha yasiyor ve kendiyle, sucluluk duygusuyla yuzlesiyor. Arabaya binip oradan ayrilacakken 1 adet daha Bodo biniyor arabaya. Biri sucluluk duygusuyla gecmiste yasayan, digeri bundan kurtulmus olan Bodo. Araba 2 Bodoyla bir muddet gittikten sonra, gecmisinden siyrilan Bodo digerini indiriyor yolun ortasinda, orada birakiyor ve yoluna devam ediyor. Iste gecmisini ardinda birakip yoluna devam edebilme durumu ancak bu kadar guzel sembolize edilebilirdi.
Filmin bana hissettirdigi bir duygu da sanki yer yer postmodern, kara bir masal -kara masal ne demekse, ben uydurdum oldu:)- izliyor oldugumdu. Ornegin Sissi, Pamuk prenses misali sanki kendini hastanedeki hastalara adamis, hastalar da cuceler misali - ki cuceler de hastalar da gercek dunyadaki "normal" tabir ettigimiz insanlardan farklilar- pamuk prenseslerini paylasamiyorlar. Prenses onlari ne kadar sevse de aslinda sonunda gitmek istedigini, aslinda hayati icin istedigi bambaska seyler oldugunu farkinda. Bir baska masal sahnesi ise Kulkedisinin ayakkabisini dusurmesi misali, Bodo'nun da dugmesini Sissi'de birakiyor olusu. Sissi Onu tam olarak bu sekilde bulmasa bile, Bodonun kopuk dugmeli ceketini buldugunda, gercek "O"nu bulduguna olan inanci percinleniyor. Aslinda zaten filmin ismi bile bir masal, mitolojik ya da fantastik bir oyku anlatacakmis gibi durmuyor mu? Masallar her ne kadar masal olsalar da insan eliyle yaratilmislardir ve gercek hayatin bir alegorisidirler belki de... Hayat her ne kadar bas etmesi cok zor zamanlarla dolu olsa da bazen, yasananlari gecmiste birakip yola devam edebilmenin her zaman mumkun olabildigi, bunun yalnizca masallarda olmadigi hissi birakiyor insanda bu film. Belki de oyledir... oyle olmali...
“Real isn’t how you’re made, it’s the thing that happens to you”
Margery Williams’ın hikayesi soyle devam ediyor, oyucak at ve tavşan konusuyorlar. Tavsan at’a soruyor:
- gercek olmak nasıl bir sey?
Gerçek olmak nasil yapıldigın degil sana olan bir şeydir. Bir cocuk seni cok cok uzun zaman severse, ama sadece oynamak icin degil, gercekten severse bu seni gercek yapar.
Film bu dizelerle sonlanıyor. Gerçek aslında nedir, ya da gerçek olanın sana ifade ettiği nedir’i sorgulayan film bunun için Margery Williams’ın ünlü hikayesi The Velveteen Rabbit’i seçmiş. Aslında çok da güzel olmuş. Güzel olmayan ne yazık ki filmin kendisi. Buna birazdan geleceğim ama önce filmin bu hikaye üzerinden anlatmak istediklerine dair söyleyeceklerim var. Kahramanımız - Robin Williams ve ben kendisinden R. olarak bahsedeceğim- bir radyo programcısı, bir şekilde Pete adli çok genç ve yetenekli bir yazarla tanışıyor. Ancak iletisimleri telefon konuşmalarından öteye geçmiyor önceleri. Bu telefon konuşmaları boyunca, Pete'in anne ve babası tarafından çocuk pornosu filmleri için kullanıldığını ve bu olayın sonucunda da AIDS hastalığı kaptığını ve Donna adlı manevi annesiyle yaşadığını öğreniyoruz. Günlerinin çoğunu hastanede geçiriyor ve fazla vakti de kalmamış. R. giderek bu fazlaca dramatik hikayeden şüphelenmeye başlıyor ve aileyi görmeye gidiyor. Sonrasında ise -çok kolayca tahmin edileceği üzere- aslında böyle bir gencin olmadığı tüm bunların bir çeşit psikolojik hastalığı olan Donna tarafından uydurulduğunu anlıyoruz. Ancak kahramanımız çocuğa öyle bağlanıyor ki bu durumu bir türlü kabullenmek istemiyor. Hatta filmin bir yerinde nasıl olup da hiç var olmayan birinin eksikliğini hissettiğine çok şaşırdığından bahsediyor. Filmin beni ilgilendiren belki de tek etkileyen yanı da tam burada başlıyor aslında. Gerçek nadir? Gerçekte var olan ile olmayanın farkı nedir ya da hayatımız nasıl etkiler. Bir nevi gerçek ve hakikat’in farkını anlatıyor aslında. R. film boyunca Pete yerine Donna ile konuşuyor sonunda Pete diye birinin var olmaması R. ile Pete’in konuştuğu gerçeğini ya da bu konuşmaların R.’ye hissettirdiklerini değiştirmiyor. Gerçek olan onların konuşması ve konuştukları şey’di hakikatte ise Pete diye biri yoktu ve Pete’in aslında var olmaması “gerçek”I değiştirmiyor. Bunu da sondaki The Velveteen Rabbit öyküsünden alınan dizelerle pekiştirmesi oldukça şık olmuş.
Film’e gelince vasat’ın da altında bir gerilim-mystery olmaya çalışmış ama başaramamış. Gece vakti ıssız yerde kaçan bir adam’a fona uygun bir müzik koyarak gerilim sahnesi yapılmıyor malesef. Bu bir yemeğe gerekli tüm malzemeleri koyup yine de neden lezzetsiz olduğunu sorgulamaya benziyor. Teknik başarısızlığının yanında karakterlerine derinlik de katamamış bir film.
Sonuç olarak olmamış. Daha iyileri için
The Color of night, Mysterious Skin, Secret window, hide and seek
Hatta en iyisi için; The Usual Suspects